11 Kasım 2023 Cumartesi

TARİHİN GİZLİ SIRLARI

Bütün gün arabayla o tepe senin, bu tepe benim dolaşmış, yürümekten helak olmuştuk. Bir de Gelibolu tarihi yarımadasının her yerine dağılmış anıtlarda durup tarihi önemini okumuştuk her birinin. Bunlar aslında küçüklü büyüklü anıt mezar olduklarından, bir yandan üzüntü duyuyor, bir yandan da muharebenin büyüklüğünün ayırdına varıp hayret ediyordum. Düşman, yarımadanın neredeyse her yerine saldırmış, bizim daha yaşları 15-20 olan küçük askerlerimiz, komutanlarının önderliğinde bu toprakları müdafaa etmiş ve bu uğurda çoğu ölmüştü. Uzak memleketlerden devlet büyüklerinden gelen emirlerle savaş gemilerine doldurulmuş genç ecnebi askerler de, daha tam olarak ne yaptıklarını bilmeden, önceden kaybedecekleri belli bu savaş için yabancı topraklarda gelmiş ve vurulup gitmişlerdi. Adanın her yeri mezar ve hüzün doluydu. Ağaçlı tepeleri tırmanırken, sanki her an ağaçların arkasından askerler çıkacakmış ve muharebeye devam edeceklermiş gibi geldi. Sanki savaşın ruhu orada kalmış ve hiç gitmemişti. Yarı yolda karşımıza çıkan müzeyi yine kalbimde büyük bir hüzünle gezdikten sonra, Çanakkale Savaşı’nın en çok bilinen cephelerinden meşhur Conkbayırı’na gittik. Rüzgarlı ve uğultulu tepedeki sık ağaçların arasından aşağıdaki Ege Denizi’nin bütün güzelliği ve haşmetiyle karşımıza çıkması beni çok heyecanlandırmıştı. Tepenin bütün kenarını adeta bir yılan gibi dolanan nerdeyse insan boyundaki hendekleri ve aşağıdaki sahilden gelen Anzak askerlerinin yukarıya doğru yol yaptığı patikayı görmek, savaşın nasıl gerçekleştiğini anlamama yetti.
Hendeklerin hemen yanına yerleştirilmiş banklara oturduk, yokuş inip çıkmaktan nefes nefese kalmıştım. Bir yudum su içerken, sol çaprazımızda kalan aşağıdaki banka çok yaşlı yabancı bir çiftin yanlarında özel rehberleriyle oturmuş olduğunu farkettim. Rehber aşağıdaki deniz kıyısını ve sahili işaret ederek askerlerin nasıl yukarı çıktığını ve burada meydana gelmiş savaşı anlatıyordu. Biraz kulak verince tüm ayrıntılara girdiğini ve konuyu çok iyi bildiğini farkettim. Avustralyalı olduğunu tahmin ettiğim yaşlı adam başını hüzünle aşağı yukarı sallıyordu. Gözlerindeki hüzünden ve sorularından, hareketlerinden burada savaşanın bu çiftin büyük babaları olabileceği sonucunu çıkardım. Çok büyük bir ana tanıklık ediyor gibi büyük bir ciddiyet ve keder içinde dinliyorlardı. Ben artık biraz dinlenmiş ve yeniden yürümeye hazırlanırken kalktılar ve bizden tarafa doğru yürümeye başladılar. Tam önümüzden geçerken, yaşlı kadın bana doğru döndü ve çok zayıf bir sesle ve ürkek bir bakışla ‘Hi’ (selam) dedi, ben de gayri ihtiyari bir şekilde gülümseyerek, oldukça yüksek ve canlı bir sesle karşılık verdim. Geçip gittiler. O anda, çok derinlerden gelen bir hisle, onun ve benim büyük büyük babamın belki de tam burada savaşta karşılaşmış olabileceklerini düşündüm. Bir asır sonra çocuk ve torun birbirlerine dostça selam vermişlerdi. O gün bu anı yazmaya karar verdim. Murat Gülsoy bir romanında şöyle yazmıştı: ‘… Tarihin devamlı surette kendini tekrar eden, ama biz fanilerin idrak edemedikleri sırrına işaret ederdi…’ Acaba bu da o anlardan biri miydi?

8 Kasım 2021 Pazartesi

DAYIM, CANIM DAYIM (AVNİ CELEPOĞLU ANISINA)

Bugün dayımı kaybettim. Çok sevdiğim ve çok anılarımızın olduğu biriydi dayım. Onun gidişiyle bir devir de kapanmış oldu… Belgrad ormanlarında gittiğimiz bir piknikte, bize kendi elleriyle yaptığı köfteleri mangalda pişirirken bir resmi var kafamda. Sonra gittiği ve çok sevdiği bir aktivite olan avdan döndükten sonra orada olanları ballandıra ballandıra bir anlatışı var. Çocukluğumda, İstanbul Fındıkzade’de işlettiği marketten resimler var zihnimin bir uzak köşesinde, aynı semtteki bir apartmanın en üst katında caddeye bakan evden kareler var bir de. Kızı ve kuzenim Lale Abla’yla akşamüstleri pencereden sarkarak dışarı doğru bağırarak söylediğimiz Türk Sanat Müziği parçaları var... ‘Baharı bekleyen kumrular gibi, Sende beni bekle, sakın unutma. Ellerim havada, gözlerim yolda, Bir Tanrı’yı, bir de beni, sakın unutma..’ Aynı evin salonunda serili tilki postunun üzerine her basışımda, içim bir tuhaf olur, dayımın gittiği avları hatırlardım. Dayım hep güleryüzlüydü, konuşurken küçük şakalar yapar, sık sık küçük kesik kahkahalar atardı. Elleri ve kendisi kocaman olduğu için, gülen tatlı bir dev gibi görünürdü gözüme. Dayım sadece bir ‘dayı’ değildi, ailenin en başarılı iş insanıydı herkesin gözünde. Sık sık sohbetlerde onun Niksar’da kurduğu fabrikalardan ve artan servetinden sözedilir ve ailenin tüm bireyleri bununla gurur duyardı. Çocukluğumda ona duyduğum hayranlık ve sevgi, büyüyüp koskoca bir doktor olduktan sonra, onu koruma ve arkadaşlık sevgisine evrildi.
İlerlemiş yaşına rağmen, teknolojik aletleri kullanabilmesi hayret vericiydi. Akıllı telefonda mesaj yazıp resim gönderebiliyordu mesela, 80’ini geçtiği halde. Onunla aralıklı olarak -çünkü işitmesi oldukça kısıtlıydı- görüntülü sohbetler yapar, çok daha sık olarak da yazışırdık. Birbirimize olan sevgimiz nerdeyse yazışmaları gereksiz kılacak denli yoğundu. Birkaç cümleyle hal hatır sorma, bir iki güncel resim ve kocaman öpücükler ve kucaklamalar gönderme, işte bu kadardı, ama daha fazlasıydı tabii. O da ben de bunu biliyorduk. Bir çocuk daha dayısını kaybetti evet, çok da rastlanmadık bir şey değil belki. Sonra 32’liydi evet, ‘ooo doksanına da gelmiş işte’, evet, biliyorum ama, gene söylemekten ve yazmaktan hiç bıkmayacağım: ‘HER ÖLÜM ERKENDİR DOSTLAR’. Hele benim dayım için çok ama çok erkendi. Çünkü o normal ve sıradan biri değildi, içinde hala polisiye romanları yutarcasına okuyan, Digitürk’teki filmleri kronolojik sırayla takip eden, aldığı son model akıllı telefonların her köşesini didik didik eden, acar, çok zeki ve afacan bir çocuk vardı. İşte o çocuk ölmüş gibi okuyun bu yazıyı, üzülerek ve iç geçirerek.. Seni çok seviyorum Avni Dayıcığım, hep hatırlayacağım, ve dopdolu, uzun bir yaşamı, yaşamın ta içinde yaşamış bir insanı tasvir etmem gerektiğinde, seni anlatacağım onlara.

16 Ekim 2020 Cuma

COVID 19’DEN KORUNMA VE TEDAVİ YÖNTEMİ OLARAK AKUPUNKTUR

2019 yılının Aralık ayında Çin Wuhan'da başlayan COVID-19, ülkemizde de Mart ayının ikinci haftasından itibaren binlerce insanı etkilemiştir. Bu süreç Çin’de genel olarak immün sisteme katkı sağlayan akupunktur uygulamaları ve modern batı tıbbının birlikte kullanımı sayesinde başarılı bir şekilde atlatılmıştır. Geleneksel Çin Tıbbı’na göre akupunktur, COVID-19 hastalığı için hem korunmada, hem de tedavi sürecini yönetmede ve iyileşmede etkin rol oynamaktadır. Covid 19 damlacık yoluyla bulaşır ve kuluçka süresi 2 ila 14 gün arasında değişir. Semptomlar hastadan hastaya farklılıklar gösterse de genellikle ateş, öksürük, boğaz ağrısı, nefes darlığı, halsizlik, bazen de gastroenterit ile karakterizedir. Hastalık çoğu insanda hafif bulgularla bazen de asemptomatik seyir gösterirken çok yaşlılarda ve kronik hastalığı olanlarda pnömoniye, akut solunum sıkıntısı sendromuna (ARDS) ve çoklu organ yetmezliğine neden olabilmektedir. Virüse özgü bir ilaç şu an için bulunmamakla birlikte, antiviral ilaçlar, sıtma tedavisinde kullanılan hidroksiklorokin ve alt solunum yolu enfeksiyonlarında kullanılan azitromisin hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır.
AKUPUNKTURUN İMMÜN SİSTEM ÜZERİNE ETKİSİ Modern klinik ve deneysel çalışmalar akupunkturun; bağışıklık fonksiyonunu, antienflamatuvar ve antienfeksiyöz etkileriyle düzenleyebileceğini göstermiştir. Akupunktur, hücresel ve humoral bağışıklıkları etkiler; retiküloendotelyal sistemi aktive ederek immunstimulan hücre artışını aktive eder ve lökositozu uyarır, globulin, kompleman ve interferonu aktive ederek mikrop öldürücü etki gösterir. Otonom ve nöroendokrin sistemlerin hipotalamus-hipofiz kontrolünü yaparak özellikle mikrodolaşım, lokal ve genel ısı düzenlenmesini modüle eder. Akupunktur iğnesinin cilt altına girmesiyle birlikte mikroinflamasyon meydana gelerek, bu bölgelerde trombositlerden salınan TGF-α, TGF-β gibi sitokinler nötrofilleri bölgeye çeker, doku makrofajlarını da aktive eder. Bir süre sonra bütün vücutta diğer bağışıklık sistem hücreleri de aktifleşmekte ve viral bulaşma olduğunda bu hücreler cevap vermeye hazır bir duruma gelmektedir. Noktaların akupunkturla uyarımı IgA konsantrasyonunu, T lenfosit sayısını artırarak bağırsak hasarını, yüksek geçirgenliği iyileştirmekte ve bağırsak mukozal bağışıklık bariyeri üzerinde koruyucu etki yapaktadır. Ayrıca CD8+ T hücre artışı yaparak sepsisteki ölüm oranını azalttığı bildirilmiştir.
COVID-19’UN AKUPUNKTUR İLE TEDAVİSİ COVID-19 akupunktur tedavi yaklaşımında yapılacak uygulama hastanın genel durumuna uygun olarak değerlendirilir ve Sağlık Bakanlığı COVID-19 Bilimsel Danışma Kurulu rehberlerine uygun önlemler alınarak yapılır. Akupunktur tedavisi uygulaması sırasında kesinlikle Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenmiş olan karantina ve dezenfeksiyon şartlarına uyulmaktadır. COVID-19 için yapılacak akupunktur tedavisi öncesinde Geleneksel Çin Tıbbı’na göre hastada görülen semptomlar tespit edilerek sendromlar ayırt edilerek klinik evreleme yapılır. Akupunktur tedavisindeki amaç, vücuttaki akupunktur noktalarını uyararak meridyen boyunca iç organları uyarmaktır. Bu doğrultuda akupunktur noktalarının uyarılması ile iç organları ve vücuttaki Qi’yi uyarmış ve güçlendirmiş oluruz (Geleneksel Çin Tıbbına göre“Qi” yaşam enerjisi anlamına gelir bu enerji akışı bozulduğunda, arttığında ya da azaldığında hastalıklar oluşur). Bu da COVID-19 salgınına neden olan patojeni vücuttan ayırıp uzaklaştırılabilir, organlarda meydana gelen hasarı azaltabilir, immün sistemin düzenlenmesini ve semptomların gerilemesini sağlayabilir. Risk grubu altındaki bireylere profilaktik olarak uygulama yapılarak olası hastalığın olumsuz etkileri azaltılabilir.
COVID-19 TEDAVİSİNDE KORUNMA Covid-19 pandemisinde proflaktik (koruyucu) yaklaşımın gerekliliği özellikle risk grubu içerisindeki doktorlar, hemşireler, yardımcı sağlık personelleri ve bu dönemde görevli kamu personelleri için her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. COVID-19’un bulaşma yolları düşünülerek göz, ağız ve burun mukozası ile ilgili lokal akupunktur noktaları ilk olarak tercih edilir. Bu noktaların kullanılması bu bulaş alanlarında iğnenin girmesiyle birlikte mikroinflamasyon meydana getirerek, bu bölgelerde trombositlerden salınan TGF-α, TGF-β gibi sitokinler nötrofilleri bölgeye çeker. Bu dönemde doku makrofajlarının da aktif olduğunu görüyoruz. Bir süre sonra bütün vücutta diğer immün hücreler de aktifleşiyor. Yani bu bölgelerde bir viral bulaşma olunca immün hücreler cevap vermeye hazır bir duruma geliyorlar. Dolayısıyla kişinin hastalıktan korunması mümkün olabiliyor.
COVID-19 hastalığının tedavisinde en tecrübeli ülkelerden biri olan Çin, tedavi deneyimlerini gerek yayınladıkları makalelerle gerekse de hazırladıkları re hberlerle tıp bilim camiasıyla paylaşmıştır. Hastalarının neredeyse tamamına yakınında modern tedavilerle birlikte akupunktur uygulamalarını da kullanmışlardır ve tedavideki başarılarını da bu birlikteliğe borçlu olduklarını sıklıkla vurgulamaktadırlar. Akupunktur esas etkisini olası vaka ve ilk evre hastalarda göstermekte, hastalığın ileri evrelere geçişini önlemeye ve iyileşme evresinde de hastalığa ait olası bozuklukların azaltılmasına önemli derecede katkı sağlamaktadır. Buna karşın, orta ve kritik evredeki hastaların tedavisine katkısının daha sınırlı olabileceği düşünülmektedir. Bu nedenle ilk evrelerdeki ve iyileşme dönemindeki her hastaya, mevcut tedaviye mutlaka akupunktur ilave edilerek bütünsel anlayışla uygulanması gerekmektedir. Akupunktur tedavisinin bağışıklık sistemi üzerine etkilerinin bilimsel çalışmalarla kanıtlanmış olması, nispeten ucuz olması, yan etkisinin olmaması gibi nedenlerden dolayı ülkemizde de COVID-19 tedavisinde giderek önem kazanmaktadır.
Doç. Dr. Funda Aksu, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

16 Temmuz 2020 Perşembe

PANDEMİ SÜRECİNİN ÖĞRETTİKLERİ


Kolay değildi.. Mart ortasında başlayıp Haziran başında gerilemeye başlayan pandemi süreci hepimizi yordu ve hayatımızda, kişiliklerimizde, yaşam biçimimizde derin ve kalıcı değişiklikler yaptı.
Bir hekim olarak virüs enfeksiyonlarından nasıl korunacağımı, enfekte olma durumunda neler yapılabileceğini ve iyileşme sürecini az çok bilmeme rağmen, Covid-19 hakkında duyduklarım, okuduklarım, bugüne kadar öğrendiklerimi tekrar sorgulamama neden oldu. Bir kere, bu virüs, bütün ezberleri bozup çok çeşitli yollardan bulaşabiliyor ve enfeksiyon durumunda çeşitli şekillerde hastalık oluşturabiliyordu. %90 iyileşme oranını bilmeme rağmen, ben de herkes gibi önlemleri had safhada alarak bu süreci atlattım. Atlattım diyorum ama, önümüzdeki dönem neler olacağı hakkında da pek bir fikrim yok ve medyada okuduklarım da net bir şey söylemiyor..
Bu süreçte hepimiz çok çeşitli bilgi kaynaklarından beslendik ve pandemi hakkında hepimizin kafası çok karıştı. Çeşitli uzmanların bazen birbirine zıt açıklamalar yapmaları da her şeyin üstüne tuz biber oldu.
Pandemi sürecinde:
Alışverişlerimizi büyük bir dikkatle yaptık, toplu alanlara girmemeye çalıştık.
Daha önceden alıp giyemediğimiz ayakkabılarımız ve giysilerimizi görünce, tüketim sevdamızın ne kadar gereksiz olduğunu farkettik.
İşlerimiz ve hayat koşuşturmacası arasında görmek için bahane yaratmadığımız sevdiklerimizin ne kadar değerli olduğunu, bir el sıkışmanın, sıcacık bir kucaklaşmanın değerini anladık.
Daha önceleri hayatın ne kadar zorlaştığından ve insanlardan yakınırken, bir günü layıkıyla yaşamanın ve sağlıklı kalabilmenin en önemli şey olduğunu bize ufacık bir virüs öğretti.
Tüm dünya insanlarının bir virüsün karşısında nasıl da eşitlendiğini ve kimsenin diğerinden farkı olmadığını öğrendik.
Hep kendi iyiliğimizi ve refahımızı düşünürken, bireyin, yani parçanın iyiliğinin bütünün iyiliğinden ayrılamayacağını öğrendik. Öyle ya, bu beladan tek başına kurtulmaya çalışmak imkansızdı, tüm dünyanın kurtuluşuyla mümkündü her birimizin kurtuluşu..
Kısacası, aslında tüm dünya insanlarının düşünüşünde çok büyük değişimler yarattı bu süreç. Ve bundan sonra dünya asla eski dünya olmayacak; ben kendi adıma, sevginin ve iyiliğin daha fazla ön plana çıkacağını, bencilliğin, benmerkezciliğin yerini toplum ve insan sevgisinin alacağını düşünüyorum ve buna inanıyorum.
Sağlıklı, neşeli ve huzurlu günler dileğiyle..
Doç. Dr. Funda Aksu

17 Nisan 2019 Çarşamba

BİLGİYİ VE ALGIYI ÇARPITMA SORUNU

Tolga Yıldız’ın 'Sosyal Bilimlerin Krizi Psikoloji Örneği' adlı bir makalesini okudum (https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/04/07/sosyal-bilimlerin-krizi-psikoloji-ornegi/), oldukça akıcı ve kışkırtıcı bir makale yazmış. Google Amca’nın verdiği bilgilere göre İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Psikoloji bölümünde Araş. Gör. Dr. olarak çalışıyormuş.
Yazının çoğundan hoşlanmakla beraber, aşağıya alıntıladığım bazı yerlerinde yanlış ya da kasti olup olmadığını anlayamadığım hatalar yapılmış olduğunu düşünüyorum.
Şöyle diyor ilk paragrafta:
‘Sosyal bilimler derin bir krizin içinde. Bu kriz, ilk önce, dünyanın en saygın psikoloji dergilerinde yayınlanmış olan araştırma raporlarının yüzde 90’ının tekrarlanamadığı tespiti ile su yüzüne çıkmıştı (Replication Crisis, 2018). Böylece bir bilim disiplini olan psikolojinin, bilimsel yöntemin ilk kuralı olan “bir gözlemin bilimsel sayılabilmesi için aynı koşullarda bağımsız gözlemciler tarafından da tekrarlanabiliyor olması” kuralını on yıllardır ihlal etmekte olduğu anlaşıldı. Kısa zaman içinde bu sorunun sadece psikolojiye has olmadığı da görüldü. Sosyal olguları araştıran tüm bilim disiplinlerinde genel bir “disiplinsizlik” hali artık ilk bakışta göze çarpıyordu. Peki, neden? Böyle bariz bir hata nasıl bu kadar örgütlü bir şekilde hem de on yıllar boyunca sürdürülmüş ve görmezden gelinmiş olabilir?’
Şimdi burada bir çarpıtma veya algıyı yönlendirme diyebileceğimiz bir düşünce silsilesi var. Saygın dergilerde yayımlanan her çalışmanın aynı koşullarda ve aynı sosyal grupta yapılsa dahi, farklı sonuçlar verebilme ihtimali her zaman vardır zaten. Hele bunu dünyanın farklı bölgelerinde, farklı sosyal gruplardan ve yaştan insanlarda yapıyorsan zaten aynı sonuç çıkmasını da çok bekleyemezsin. Bu bir ‘disiplinsizlik’ hali değil, aslında tam anlamıyla bilimin kendisidir. Bilim zaten kendini tekrar etmeme üzerine kuruludur.
Bir başka yerde şöyle demiş:
‘Öğrenme, DNA’ya kodlanmaz, DNA’yı değiştirmez, bir sonraki kuşağa aktarılmaz ama aynı DNA’ya sahip olan nöronlar arasındaki ilişkileri değiştirir. Bu yeni sinir organizasyonunun öyle olmasının sebebi, artık sadece DNA’dan kaynaklı değildir. Nöronlar arası ilişkiler de etkilidir. Bu ilişkiler ise o bireyin çevresine uyumu sırasında kurulmuştur.’
Oysa epigenetik diye bir şey var: Epigenetik, DNA diziliminde herhangi bir değişiklik olmaksızın kromatin ve DNA’da reverzibil nitelikte meydana gelen moleküler değişiklikleri kapsayan kalıtsal mitotik çalışmalar olarak tanımlanır. Başlıca epigenetik süreçler metilasyon, kromatin modifikasyonu, fosforilasyon, ubiquitinilasyon ve sumuilasyondur. Bunlar arasında, DNA metilasyonu ile kromatin modifikasyonu en iyi bilinenidir. Kromatin, çekirdekte bir araya getirilen bir protein (histon) ve DNA kompleksidir. Bu kompleks, mikroRNA’lar ve küçük RNA interferansı (RNA girişimi) gibi bazı RNA formları, enzimler ve asetil gruplar gibi maddeler tarafından değiştirilebilir. Bu değişiklikler gen ifadesinin etkilenmesine neden olarak kromatin yapılarını da değiştirir. Öğrenilmiş stres ve kaygı bozukluğunun 3 kuşak boyunca aktarildığına dair çalışmalar var (Franklin TB, Linder N, Russig H, Thöny B, Mansuy IM. Influence of early stress on social abilities and serotonergic functions across generations in mice. PLoS One 2011; 6(7): e21842.).
Başka bir yerde de şunu yazmış:
‘Kültürel davranış biyolojiye indirgenirse, bu, otomatikman atomların roman yazdığı, nötronların ibadet ettiği saçmalıklarına götürür bizi. Çünkü biyoloji neden fizikleştirilemesin ki. Bazı atomlar canlı olmayı mı seçerler! Yeni çağ bilimcilerine göre dinler saçmalık ama bu bilimci animizm çok mantıklı. Evrenin her 1035 metresinde fiziğin standart modeli işler. Bu yazıyı yazarken de okurken de hiçbir şey bu modele aykırı değildir. Ancak bu model, neden böyle şeyler yazdığımı ve bu sembolleri nasıl algıladığınızı açıklamaz. Tıpkı kendini tekrar üreten molekülleri (canlılığı) açıklamadığı gibi.’
Neden açıklayamasın ki? Burada yazarın ne demek istediğini anlayamadım. Aslında tam da ‘Doğa Ana’ bu şekilde işler! Karıncaların davranış modelleri ve insanın davranış modelleri arasında hiçbir fark yok, aynı ‘kod’ geçerli bence
Yoruldum ama devam edeceğim, bir yerde de böyle yazmış:
‘Evrim teorisi de bir biyoloji teorisi ve kültürel fenomenlere uygulanamaz. Biyolojik yapı ve süreçlerin evrimi, ancak kültürel fenomenlerin tarihi vardır. Sosyal olguları tarih dışı kılıp “evrimsel psikoloji” diye hiçbir tarihsel koşul ve kültürel çeşitliliği açıklamadan basiretsiz bir yapısalcılık mı yapacağız! Geçen yüzyıl boyunca da çift beynin dedikodusu böyle yapılmıştı. Sol beyin analitik, sağ beyin duygusal. Hatta sol beyin eril, sağ beyin dişidir. Yok Batılıların sol beyni iyi, yok Doğuluların sol beyni kötü. Bugün aklı başında görünen kimse bu saçmalıkları açıkça savunmuyor artık ya da büyük ihtimalle gözden düştükleri için pek kimse hatırlamıyor olabilir. Çünkü bu çıkarım, çok zayıf bulgular üzerinden gayet arkaik faşizan bir ezberin bilim kisvesi altında tekrar gündem edilmesinden başka bir şey değildi. Fakat bugün kimse birçok türün beyninin yarık, yani ikiye ayrılmış olduğunu inkâr da etmiyor. Tırnak içinde “iki beynimiz” var ama buradan şu beyin matematik, şu beyin şiir beyni filan demek abes. Bugün de ayna nöronları aynı şekilde anlam manyağı yapmaya çalışıyorlar.’
Bir sosyal bilimcinin düşüncesini bu kadar keskin ve sorgulanamaz bir şekilde ifade etmesi bana göre yazarın talihsizliğidir. Başka da bir şey diyemeyeceğim

13 Eylül 2017 Çarşamba

EINSTEIN VE SCHRÖDINGER’İN EVRENİ




Kırmızı Kedi Yayınları’ndan 2015 yılında çıkmış olan Paul Harpern’in kitabı ‘Einstein’in Zarı ve Schrödinger’in Kedisi’ kitabını yeni bitirdim. Fiziğin bu iki devinin bilimsel yolculuklarını, başarılarını, başarısızlıklarını ve bitmeyen dostluklarını anlatıyordu bu kitap. Serhat Atay’ın çevirisini ne yazık ki çok beğenmedim, pek çok yerde anlam boşlukları ve hatalar vardı. Daha iyi bir çeviriyle, çok daha keyifli bir okuma olabilirdi, ama her neyse, benim için her zaman sonuç önemlidir: Lezzetli bir kitaptı..
10 yıldan fazla süren dostlukları 1947 yılındaki bir medya savaşının sonucunda kesintiye uğrayan bu dahi ikili, doğadaki birliği tek bir formülle açıklama yolunda epey çalışmışlar, fakat bir sonuca ulaşamamışlardı. Özellikle Einstein, kütleçekim ve elektromanyetizmanın pek çok ortak yanı olduğuna hükmetmiş, ve hayatının sonuna kadar bu ikisinin aslında tek bir kuvvetin eseri olduğunu kanıtlamak için uğraş vermişti. Schrödinger’in ise ‘insanların ortak bir köke sahip olduğuna ve doğadaki her şeyin aslında tek bir varlık olduğuna ilişkin derin bir sezgisi vardı’.


Benim esas bilmediğim ve derin bir hayretle kitaptan öğrendiğim şey, bu iki dahi fizikçinin gerek hayat görüşlerinde, gerekse temellerini attıkları fizik kuramlarının üzerinde çok büyük etkisi olan, felsefe sevgileri ve bilgileri oldu. Evrenin işleyiş mekanizmasını açıklamaya çalışan 10. Yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer ve doğulu filozofların, Schrödinger’i fazlasıyla etkilediği belirtiliyordu kitapta. Öyle ki, Schödinger Schopenhauer’ı ‘Batı’nın en büyük fikir insanı’ olarak nitelendirmiş ve doğu felsefelerini de içine alan fikirlerini ‘Dünya Görüşüm’ adlı kitapta toplamıştı.
Einstein’a gelince, kuantum belirsizliği üzerine sorulan bir soruya yanıt olarak: ‘Tanrı asla zar atmaz!’ demişti. Tanrı derken, Hollandalı 17. Yüzyıl filozofu Baruch Spinoza’nın tarif ettiği Tanrı’yı kastediyordu: Olası en iyi düzenin simgesi. Spinoza, doğayla aynı anlama gelen Tanrı’nın rastlantıya yer bırakmayacak şekilde sabit ve sonsuz olduğunu savunuyordu. Einstein'a göre evrenin işleyişi aslında tek bir kuvvetin eseriydi. Bulunan tüm formüllerin aslında tek bir formülle izah edilebileceğine olan inancını hiçbir zaman kaybetmedi. Ve dünyanın rastlantıyla yönetildiğini kabul etmeyi reddetti.
Ömer Hayyam’ın ‘Rubailer’indeki bir dörtlük, Einstein inancını özetliyor gibiydi:
Olanların olacağı belliydi çoktan,
İyiyi kötüyü yazmış kaderi yazan,
Ta baştan gereği düşünülmüş her şeyin,
Neden boşuna uğraşır, dertlenir insan?..


Schrödinger’in mezarında da ‘Her şey, tek bir şeydir’ yazısı yer almaktadır.
Bu iki bilim insanının dünya görüşleri ve siyasi olaylar karşısında aldıkları tavırlar da gerçekten oldukça etkileyicidir. Naziler çok etkin ve sert tutumlarına rağmen ne bir
Yahudi olan Einstein’i, ne de Yahudi olmayan Schrödinger’i tutsak edebilmişlerdi. Aynı dönemde yaşamış olan başka bilimcilerin aksine, özellikle Schrödinger, ikinci vatanına dönmemek pahasına da olsa, bilimsel platformda Nazilerle işbirliği yapmayı reddetmiştir.
Çokça fizik teoremlerinin de anlatıldığı, bazılarını anlayıp bazılarını bilgi yetersizliği nedeniyle çok da anlayamadığım kitaptan benim aldıklarım hemen hemen bunlar oldu. Ha bir de Einstein’in aort anevrizmasıyla yaşayıp hastanede kalmak yerine evinde yaşamayı tercih etmesi ilginç geldi bana. Bilimle iç içe ve tüm olasılıkları bizim kat kat üstümüzde hesaplayabilen dahi birinin bu tercihi, üzerinde düşünülmeye değer olabilir kanımca.
Eğer dâhilerin de hatalar yapabileceğine inanıyorsanız, bu kitabı okumanızı öneririm:)




18 Temmuz 2017 Salı

SİZ SURAT OKUMAYI BİLİR MİSİNİZ?


Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını henüz bitirmiştim ki, 'Sen Surat Okumayı Bilir misin?' adlı kitabın YKY'den çıktığını öğrendim. Tabii dumanı daha tüterken gidip satın aldım. Bu yazın en müthiş kitabı değil belki ama oldukça ilginç bir kitap olduğu kesin.

Kara Kitap okuduğum en ilginç kitaplardan biriydi. Tuhaf hikayelerle dolu, eski, mistik zamanları anan bir serüvendi roman kahramanının yaşadığı. Pamuk romanda ara ara okura sesleniyor ve bilmecelerden bahsediyordu. Sanki 'Benim Adım Kırmızı'da da yaptığı gibi ufak ufak ipuçları veriyor, sayfalar sonra olayı açıklığa kavuşturuyordu. Ama itiraf edeyim, romanın bütünündeki bilmeceyi çözdüğümden emin değilim hala.. Belki de kitabı ilginç yapan şey de budur; anlaşılmasının zor olması.. Okurken arada bir Pamuk'un bilmeceleri çözmeye çalışan okurla eğlendiğini de düşünmedim değil. Senelerce önce 'Yeni Hayat'ı okurken kapıldığım bir duyguydu bu: Yazar sizi bir sarmalın içine doğru çekiyor ve çıkışı ancak onun yardımıyla bulabiliyordunuz. Selçuk Demirel de bunu çözmüş olmalı ki, çizimlerinde hep sarmaldan çıkan bir insan var.

Kara Kitap'ın en ilgi çekici bölümlerinden biri de 'Hurufilik' ve surat okuma sanatıydı. Roman kahramanı şehirde kaybolan karısı Rüya'yı ararken binbir türlü eski ve mistik bilgiye ulaşıyordu. Pamuk bu bölümde zamanında çok yayılmış bir tür akım olan yeryüzündeki işaretlerden dünyayı ve olacakları anlama sanatının babası Fazlallah'ı ve Hurufilik'i anlatıyordu uzun uzun. İşte çizerin Orhan Pamuk'la söyleşilerinden sonra bu kitap ortaya çıkmış.

Orhan Pamuk'un derin Kara Kitabı'nın resmedilmesini, bu zorlu işin üstesinden Selçuk Demirel başarıyla gelmiş.. Bana kalırsa kitabın en çarpıcı metinlerini, yazarının duyarlılığına en yakın biçimde çizmiş..

Aslında olan, Pamuk ve Demirel'in üç yıla yakın arkadaşlıklarının edebi bir eserle taçlandırılması: 'Kelimelerin ve resimlerin ruhunun aynı olduğuna inanan ve yazdıkları ve çizdikleri birbirine kardeş olan biri yazar diğeri ressam olan iki kişinin kaleminden, fırçasından çıkan' bir kitap bu..

Kara Kitap'ı okuyup aklında hala soru işaretleri kalan okurlar için..