20 Mart 2013 Çarşamba

JEAN JACK ROUSSEAU VE DİĞER HERŞEY..

J.J. Rousseau’nun İş Bankası yayınlarından çıkan yaşam öyküsünü okumayı henüz tamamladım. Biten her kitapta olduğu gibi gene hayıflandım, bitmeseydi keşke diye söylendim durdum.. Sevdiğim bir kitabi okurkenki lezzeti ve aldığım zevki çok az şeye değişebilirim.. Rousseau’yu okumaya Prof. Dr. Celal Şengör’ün Cumhuriyet Bilim ve Teknik ekindeki haftalık yazılarında eleştirmeye başlaması ve bir türlü duramamasıyla (!) karar verdim. Öylesine büyük bir öfkeyle ve hışımla yazıyordu ki, sanırsınız Rousseau onun çağdaşı ve aralarında geri dönüşsüz kötücül olaylar geçmiş; Şengör’ün bu ihtiraslı öfkesine hala bir anlam verebilmiş değilim. Hatta bir keresinde hoca o denli ileri gitti ki, Rousseau gibi bir aydınlanma düşünürünü yaşasaydı yerin dibine sokacak sözler sarfetti bir yazısında.. Oysa bu büyük düşünür, Mustafa Kemal’in daha Atatürk olmadığı genç yetişkinlik yıllarında okuduğu ve düşüncelerine yön veren, belki Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin temelini oluşturan düşüncelerin kaynağı olan Jean Jack Rousseau’ydu.. Sadece bu yönüyle bile okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değerdi. Sağolsun Şengör’ün hışmını görünce, artık O’nu muhakkak okumalıyım diye karar verdim. El yordamıyla ve tamamıyle rastlantısal gezindiğim felsefe dünyasında, bugüne dek yaşamının bu denli büyük çelişkilerle dolu olmasını hayretle öğrendiğim tek düşünür Rousseau oldu. Eğitimden yoksun, aylaklık, tembellik, erdemsizlik ve aşırma olaylarıyla örülü ilk gençlik yıllarının nasıl olup da yaşamının ikinci yarısını aydınlanmaya taşıyabildiğini önceleri dimağım kabul etmemekte direndi. Fakat yaşamını ve eserlerini gerçekten hayran olunası bir objektivite ve açıksözlülükle yorumlayan yazar Leo Damrosh kitabın en vurucu bölümünde, yani son yorumlarda darbeyi indirdi: Rousseau kadar özgürlükçü bir düşünür daha olmamıştı! Çünkü ancak ‘çok özgür’ bir insan yaşamını bu denli açıksözlülük ve pervasızlıkla, tüm ‘çıplaklığıyla’ anlatabilirdi. Üstelik kendi neslinin ve gelecek nesillerin ne diyeceğine zerre kadar aldırmadan.. Rousseau ‘Düşler’ adlı yapıtında bunu şöyle dile getirir: ‘Ben daima insanın özgürlüğünün, istediği şeyi yapmakta değil, istemediği şeyi yapmakta yattığına inanmışımdır.’ Ne müthiş, ne akıllıca bir söz! Ünlü İngiliz yazar George Orwell bir keresinde, ‘Bir otobiyografiye ancak, yüz kızartıcı bir gerçeği açığa çıkarıyorsa güvenilebilir. Kendine dair yalnızca iyi beyanlarda bulunan bir kişi muhtemelen yalan söylüyordur, çünkü içeriden bakıldığında her hayat bir yenilgiler silsilesidir,’ demişti. Bu noktada, tıpkı yazar Leo Damlish gibi, JJ Rousseau ile Benjamin Franklin’i karşılaştırmakta hiç mahzur görmeyeceğim: Amerikalı yayımcı, yazar, mucit, felsefeci, bilim adamı, siyasetçi ve diplomat olan Benjamin Franklin, Autobiography adlı kitabında (1770), hatırlanmak istediği şekilde; hayatındaki her türlü zorluğu lehine çeviren, dengeli ve erdemli bir kişi olarak yer almakta, hatalarından ders alabildiğini ve onları düzeltebildiğini, toplum hayatına bu şekilde ‘eksiksiz’ bir şekilde uyum sağlayabildiğini yazmıştır. Oysa Rousseau, eserlerinde (Eşitsizlik Üstüne Söylev, Toplum Sözleşmesi ve Emile), asla varolmayan bir doğa durumunu, asla var olamayacak bir politik düzeni ve asla var olmaması gereken bir eğitim sistemini betimlemiş ve savlarını kışkırtıcı bir biçimde dile getirmişti. ‘İtiraflar’ adlı otobiyografisinde, toplum hayatının gerekli kıldığı davranışlardan sıyrılarak gerçek benliğini yeniden keşfetmek istiyordu, hataların bir kalıp meydan getirdiğini ve benliğin derin yönlerini açığa çıkardığını gösterdi. Rousseau gerçek bir insandı; acı çekmişti; yaşamıştı..