12 Nisan 2015 Pazar

KAYIP ANILARIN İZİNDE

Geçenlerde bir alışveriş merkezinde dolaşırken, mutfak gereçleri bölümünde pastel mavisi rengindeki kaseleri görünce duraksadım, anlayamadığım bir şekilde içimi bir mutluluk dalgası kapladı. Nedenini düşünürken eğilip kaseyi elime aldım, evirdim, çevirdim.. ve sonunda kafamda bir ışık çaktı: Bu, benim çocukluğumda anaokuluna giderken öğle yemeklerinde yemeğin sonunda verilen, çok sevdiğim kakaolu muhallebinin konduğu kasenin birebir aynısıydı!
Yıllardır kütüphanemde bekletip okuma cüretini henüz kendimde bulduğum ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı kitabında Proust, bir öğleden sonra canı sıkkın bir şekilde çayını yudumlarken, yanında ikram edilen madleni çaya batırıp ağzına götürür ve nedenini anlayamadığı bir şekilde ‘benliğini saran harikulade hazzın’, aslında çocukluğunda her sabah çok sevdiği halasının ıhlamuruna batırıp ona verdiği madlenin tadıyla aynı olduğunu fark eder. O anda çocukluğunun tüm anıları zihninin ta derinlerinde canlanır ve şöyle der: ‘Evimiz, bahçemizdeki bütün çiçekler, ‘Vivonne nehrinin bütün nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.’

Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi adlı romanında şöyle diyor: ‘Şehirler gibi eşyaların da geçmişi geri getirme gücü vardır. Yıllar geçtikçe gündelik hayattaki eşyalara daha fazla bağlanmamızın sebebi budur. Gündelik hayatımızdaki eşyalara hak ettikleri ilgiyi gösteren birçok küçük müze olması gerektiğini savunuyorum. Müzeler kişisel hikayelere de odaklanmalı, günlük hayatımızın içindeki eşyaların anlamını araştırmalı, bulmalı, içindeki hikayeyi ortaya çıkarmalıdır’. Bir kitaptan esinlenen ilk müze olan Masumiyet Müzesi, kitabın kahramanı Kemal'in, kendisine sevgilisi Füsun'u hatırlattığı için biriktirdiği eşyalardan oluşuyor. Pamuk, bir röportajında bu romanı yazmaya başlamadan önce müzenin ilk eşyalarını toplamaya başladığını, romanı bu eşyalara bakarak yazdığını belirtmiş. Hatta, yaşadıkları yeri, evlerini müzeye dönüştüren, hayatlarının son yıllarını o müze-evde geçiren insanları, onların yaptığı müzeleri görmek istemiş.


Tüm bunlar beni ailemizin geçmişe en bağlı üyesi olan Aygen Teyze’nin oturduğu müze-ev ve eşyalarına olan düşkünlüğüne götürdü. Aygen Teyze, hala çocukluğundaki evde oturan, ve aynı eşyaları muhafaza edip yeni hiç bir şeyin eve girmesine izin vermeyen o nadir rastlanan insanlardan biri. Küçük bir pudralık, Atatürk baskılı bir fincan, veyahut mini minnacık bir gümüş göz sürmeliği onu tekrar çocukluğuna geri götürmeye yetebilir. Ve eğer meraklıysanız, tüm heyecanı ve çocuksu saflığıyla o objenin hikayesini size anlatmaya başlar. Onu dinlemek benim için her zaman bir zevktir; onun hiç görmediğim çocukluğunu zihnimde canlandırmak bana her zaman bir oyun gibi gelir. Onun bu eşyalara, evin her köşesine duyduğu bağlılığın, aslında hiçbir zaman geri gelmeyeceğini bildiği çocukluğuna, ailesine olan bağlılığı olduğunu bilirim..


Sahilden toplanan bir çakıl taşı, bir tüy parçası, sınav sonucunu bildiren sararmış bir mektup, gazeteden kesilmiş bir ölüm ilanı, dededen kalan saat, büyük annenin yadigar abajuru, bebeğin ilk patiği, yeğenin ilk boyaması, bir bayram sabahı çekilen aile resmi... Kayıp anıların izini sürerken yolu gösteren tabelalar değil midir aslında her biri?..
Bak, bu sessizliklerde şeyler,
Sanki en gizli sırlarını
Teslim edecek gibidirler..
(Eugenio Montale)