Bazen dostlarımızla fikir ayrılıklarına düşeriz, hem de uzlaşması zor cinsten fikir ayrılıklarına. Biz 'iyi' desek karşı taraf 'kötü' anlar, ya da tersi.
Bu durumda dostluk feda edilmeli midir?
Bence hayır, insanlar hem farklı fikir ya da görüşlere sahip olup, hem de birbirlerine sevgi ve saygıyı sürdürebilir. Farklılıkların gerekli ve hatta güzel olduğunu bu şekilde deneyimleyebilir.
Ben kendi adıma, 'Hiçbirşey mutlak değildir' sözünü düstur edinirim; bilime, felsefeye, politikaya, insan ilişkilerine ve psikolojisine bakış açımda hep bu ilkeyi esas alırım.
Çok sarsılmaz gibi düşünebileceğimiz fikirlerin bile şartlar değiştiğinde nasıl da duman misali dağılıverip yerine yenisinin gelebildiğini zamanla farkederiz. Montaigne'nin de dediği gibi, herşey değişir, insan düşünceleri de öyle.
Farklı fiziksel gerçekliklerde farklı fizik kurallarının geçerli olabileceğini kabul ediyorsak eğer, bugünki bilimin bize verdikleri ışığında; o taktirde fikirler ve düşüncelerin de değişebileceğine kani olmalıyız.
Dostlukların esası aynı şekilde düşünmek ve hissetmek değildir bana göre, sadece diğerini samimiyette ve dürüstlükte kendine yakın hissetmek ve zarar görmeyeceğini bilmektedir.
Diğer yandan dostların birbirine en çok yararının dokunduğu zamanlar, farklı düşündükleri ve hissettikleri zamanlardır. O zamanlarda birbirlerine yeni şeyler katıp beraberce çoğalabilirler çünkü.
Ben dostlarımı fikirlerinden ya da düşündüklerinden dolayı değil, kalplerinden dolayı severim...
Funda
13 Ocak 2010 Çarşamba
11 Ocak 2010 Pazartesi
SECRET, HİPNOZCU, TANRILAR OKULU VE DİĞERLERİ ….
Muhteşem ‘Martı’ kitabının yazarı Richard Bach’ın yeni kitabı ‘Hipnozcu’yu geçenlerde bir kitapçıda gördüm ve hemen alıp merakla okudum. Martı adlı kitabında hayran olduğumuz Bach, özgürlük, direnç ve umut kavramlarını bir martının kanatlarına bindirirken, umutsuzluk ve boşluk içinde günlerini geçiren insanların serüvenlerini ustaca ortaya koyuvermişti. Hayata dair umutları ve planları olan insanlar için mükemmel bir kitaptı Martı. Hiç düşmemeyi değil, her düştüğümüzde ayaklarınızı daha sıkı basarak ayağa kalkabilmeyi öğrenmiştik bu kitapta. Martı Jonathan, diğer martılardan daha yükseklere uçmayı, daha derinlere dalıp en leziz balıkları avlamayı hedeflemişti kendine ve her seferinde de bunu gerçekleştirip kendisine daha yüksek, daha derin hedefler seçmişti. Richard Bach, herkesin bir hedefinin olması gerektiğini ve her seferinde bir öncekinden daha iyi hedefler seçmemiz gerektiğini, mutluluğumuzun bu olduğunu anlatmaya çalışmıştı bu kitabında.
Bach’ın yeni kitabı ‘Hipnozcu’ özet olarak, ‘Neden buradayız ve nereye gidiyoruz?’, ‘Yanılsamalarla dolu bir dünyada mı yaşıyoruz?’, ‘Bu yanılsamaları gerçeklik olarak kabul etmekten vazgeçersek ne olur?’ gibi cesur sorulara yanıt arayan ve yanıtı ‘yaratıcı trans’ olarak veren ilginç bir kitap. Başka deyişle Bach, düşlediğimiz her şeyin, ama iyi-kötü her şeyin gerçekleştiğini söylüyor bu kitapta. Kitabın 123. sayfadaki ana vurucu tümcesi ise şöyle: ‘Bir ruh olduğumuza inanır inanmaz duvarların içinden süzülerek geçer, Rastlantı Fırtınaları Hastalığı Çağı Savaşı’nın inançlarının etkilerine karşı dayanıklı hale geliriz. Bizi gömemezler, vuramazlar, boğamazlar, ezemezler, havaya uçuramazlar, işkenceden geçiremezler, zehirleyemezler, uyuşturamazlar, zincire vuramazlar, soluksuz bırakamazlar, çiğneyemezler… Yeryüzündeki ya da galaksideki ya da evrendeki ya da uzay-zaman yasasındaki herhangi bir kişi ya da kurum ya da devlet bizi etkileyemez ya da manipule edemez ya da düzensizliğe itemez.’ Yine kitabın 150. sayfasındaki sonuç-çıkarım tümcesi oldukça keskin: ‘Bedenlere sahip değilizdir; onları kesintisiz düşleriz. Kendimize sürekli önerdiğimiz şey oluruz; hastalanırız ya da sağlıklıyızdır; mutlu ya da mutsuzuzdur; düşüncesiz ya da zekiyizdir.’
Bütün bunlar geçen yıllarda salgın bir şekilde tüm insanlığa yayılan ‘Secret’ kitabını ve aynı isimli filmi hatırlattı bana. Nasıl da birden hepimiz hazine bulmuş gibi hissetmiştik bu film ve kitabı gördükten-okuduktan sonra? Evet, herkes ‘düşünebilirdi’ ve düşünce gücüyle istediği her şeye sahip olabilirdi. Güzel önermelerdi bunlar, Bach’ın yeni kitabında söylediği gibi. Ama neden hala 2010 yılına girerken savaşlar ve açlık dünyamızda kol gezmekteydi? Çevremizdeki insanlar neden daha çok hastalanıyor ya da salgın gripler her tarafta kol geziyordu? Bunun suçlusu biz miydik? Yanlış mı düşünmüştük acaba bir şeyleri? Yok, bu kadar yazar ve senarist, filozof insan yanılıyor olmazdı. Hatalı olan düşüncelerimizdi kesin!
Yıllar önce okuduğum Tanrılar Okulu-Stephano D’anna kitabında da aynı düşünce kalıbı vardı: İyi düşün her şeye sahip ol!
Son yıllarda artan bir ivmeyle yaşamımıza nüfuz etmeye çalışan kuantum fiziği-kuantum düşünce tekniği fırtınasının dalgaları olan bu kitaplarda yanlış olan bir şeyler var sanki. Tamam, hayatlarımızın her saniyesinden sorumluyuz, bu konuda hemfikirim, ancak başımıza gelen her şeyin sorumlusunun ‘düşüncelerimiz’ olduğu gibi tüyler ürpertici bir fikri nedense kabul edemiyorum. Sonuç olarak, Secret, Tanrılar Okulu, Hipnozcu gibi kitapların yazarlarına sormak isterdim: ‘Peki Irak’ta yaşayan çocuklar ve yetişkinler yanlış ya da eksik düşündükleri için mi bu durumdalar?’..
7 Ocak 2010 Perşembe
SCHOPENHAUER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
İzmir, Karşıyaka’da oturuyor ve karşı tarafta çalışıyorsanız, her gün araba vapurunda martılara göz kırparak, bir elinizde çay ve simit, bir elinizde kitabınız, günün ilk ışıkları ve son ışıkları ile yolculuk yaparsınız, bu zaman dilimleri kendinize ayırdığınız keyifli dakikalardır da aynı zamanda...
Böyle güzel günlerden birinde, elimde çayım ve Schopenhauer kitabım, aynı hastanede çalıştığım arkadaşım, Erdem ile karşılaştık. Ve iki Schopenhauer düşkünü insan karşılaştığında kaçınılmaz olan süreci tahmin edersiniz sanırım. Yarım saatlik yolculuk süresince, Schopenhauer felsefesi üzerine yaptığımız keyifli sohbetin devamını yazarak getirmeye karar verdik, umarım sizin de hoşunuza gider..
F.A - Bu kitapta en çok ilgimi çeken tümce şu oldu:
‘Hayatın birinci yarısı, mutluluğa duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık..’ (Aşkın Metafiziği)
Schopenhauer’ın hayata bakışını özetleyen bu tümceler, aslında onun mutsuz geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin izleri. Mutsuz bir ailede büyümesi, annesi ve babası arasında yaşanan anlayış eksikliği, bu büyük filozofun yaşamla ilgili gerçekleri kavrayışında ve gelecek nesillere iletişinde büyük rol oynamış.
E.Ö - İstersen önce kısaca bir hayat hikayesini konuşalım:
22 Şubat 1788’de Danzig'de doğdu. Babası yetenekli bir tüccar olan, Heinrich Floris, annesi ise özgürlüğüne düşkün genç bir kadın olan, Johanna idi. Schopenhauer ailesi bir çocuğun düşlediği ideal aileden çok uzaktı, Heinrich fazlasıyla kıskanç, Johanna ise fazlasıyla bencil ve özgürlüğüne düşkündü.
F. A- Schopenhauer, zengin bir tüccar olan babasına her zaman hayrandı. Güçlü karakterinin ondan geldiğine inanıyordu. Kadınları her fırsatta aşağılamasına karşın, zekasını annesinden aldığını söylemesi ilginçti. Büyük umutlarla bastırdığı ilk kitabıyla alay eden ve kendisi de bir feminist yazar olan annesine verdiği yanıt oldukça sert olmuştu:
‘Senin ıvır zıvırların unutulup gittiğinde benim yapıtlarım hala satılıyor olacak’.
E.Ö - Evet, evet Schopenhauer, annesine karşı olumsuz hislerle dolu bir biçimde yetişecek ve ilerde kadınlar üzerine kuracağı olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelinde hoşlanmadığı annesi olacaktı.
F. A - Schopenhauer, hayatla ilgili görüşlerinin önemli ölçüde şekilleneceği, büyük Avrupa gezisine, on beş yaşlarında iken çıkmış..
E. Ö - Aslında, geziye çıkış nedeni babasıydı; Heinrich Schopenhauer'un en büyük arzusu, oğlu Arthur'un kendisi gibi büyük bir tüccar olmasıydı.
F. A - İki yıllık bu gezi ve gezdiği yerlere ait eserleri kendi dillerinde okuyup, hazmettikten sonra, ‘bu dünyanın her şeyiyle iyi olan bir varlığın değil, çektikleri ıstırabı seyredip zevk almak için yaratıklar var eden bir iblisin eseri olabileceği’ sonucuna varmıştı.
E. Ö - Evet, bu dönem; babası Heinrich Hamburg'daki depolarının üst katındaki pencereden Hamburg Kanalı'na atlayarak intihar etmesine denk gelir. Arthur, duygusal anlamda çökmüştü, babasının ölümünün ardından tüccar çıraklığına bir süre daha devam etti. Schopenhauer derin bir depresif hâl içinde babasının yasını tutarken, annesi Johanna ise, bir kaç aylık yasdan sonra aile işlerini tasfiye ederek, Hamburg'dan Weimar'a taşınır. Weimar'da kurduğu salon, kısa zamanda ünlenir ve dönemin bir çok önemli sanatçısıyla arkadaş olur. Zamanla tanınmış bir yazar olur, bir çok roman, makale ve biyografi yazar. Yazdığı romanlar genellikle feministik temalar içerir. Çoğu zaman konu, istemediği bir evlilik yapmaya zorlanmış ama özgürlüklerinden hâlâ vazgeçmemiş bu yüzden de çocuk yapmayı reddeden kadınlardı.
Bu dönemlerde annesi ile ciddi kavgalar etmiş ve sonrasında da onunla görüşmeyi tamamen kesmiştir.
İnsansevmezliği de biline bir özelliği idi. İnsanlara "iki ayaklı hayvanlar" diye hitap etmesi, onun insansevmezliğini kanıtlıyor bence..
F. A - Hatta öyle ki, en iyi otellerde yalnız başına ya da köpeği ile yediği yemeklerde, köpeğini karşısına oturtur ve ona ‘efendim’ diye hitap edermiş. Eğer köpekçik uygunsuz bir şekilde havlar ya da yanlış bir hareket yaparsa onu ‘Seni gidi İNSAN!’ diye paylarmış!
E. Ö – Aslında o, insansevmezliği ve kişinin kendisini insanlardan izole etmesini, eksiklikten öte bir erdem olarak görmekteydi. Zaten Schopenhauer'e göre, erdemli ve olgun bir insan başkalarından hiçbir şey istemeyecek kadar tamam, kendi kendine yeterdir, bu yüzden de insanlarla birlikte olmaya veya onlarla çeşitli ilişkiler kurmaya gerek görmez.
F. A. - Şunları da eklemeden geçemeyeceğim: Kendisinde fazlasıyla bulunduğuna inandığı (pek haksız da sayılmaz hani!) akıl ve zekanın, diğer insanlar arasında nefret ve öfke uyandırdığına o kadar emindi ki, akıllı ve zeki insanların bu yüzden yalnız kalmaları gerektiğini iddia ediyordu. Bu tezini de şu mantık dizgesiyle kanıtlamaya çalışıyordu büyük filozof:
‘Birisi, konuştuğu bir kimsede büyük zihinsel üstünlük ayrımsar ve duyumsarsa, sessizce ve açıkça bilincinde olmadan, ötekinin de aynı ölçüde kendisinin aşağılık ve sınırlı olduğunu ayrımsadığı sonucuna varır. Bu örtük tasım, onun en keskin nefretini, öfkesini ve hiddetini uyandırır’ (Aforizmalar).
Yine bu yüzden, Alman yazar, Goethe dışında hiç dostu olmadı. Biraz önce senin de değindiğin üzere: zaten dostluk ve arkadaşlık, ona göre, zihinsel ya da bedensel olarak eksik ve yetersiz insanların işiydi.
Aforizmalar’ın bir yerinde, arkadaşlık için şöyle diyor:
‘İnsanların arkadaş canlılığına, insanların çok soğuk havada birbirlerine sokularak oluşturdukları bedensel sıcaklığa benzer bir biçimde, zihinsel sıcaklık oluşturmaları gözüyle de bakılabilir. Ancak, kendi sıcaklığı çok olan biri böyle bir gruplaşmayı gereksinmez’.
E. Ö - Yaşamında toplumun kuralları ve insanlarla pek iyi geçinememiş biri olarak insanlara olan hoşgörüsüzlüğünü şu sözlerle aktarır Schopenhauer; “Bir insanın karakterinin kötü yanlarını unutmak, zor kazanılmış bir parayı sokağa atmak gibidir. Kendimizi aptalca tanıdıklardan ve aptalca arkadaşlıklardan korumalıyız”.
Arkadaşlık ilişkisini farklı bir biçimde sorgulamış olan filozof, genellikle yalnız yaşamasına ve pek arkadaşı olmamasına çeşitli nedenler ileri sürmüştür. Arkadaşlığın, aslında gerçek bir paylaşımdan öte, yanındakinin kendinden kötü olduğunda bundan gizli bir haz alınması nedeniyle dürüst olmadığını ima eden görüşünü; “İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın, başımıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığımızı açıklamaktan başka yolları da vardır” şeklinde belirtmiştir.
F. A - Aforizmalar’da keskin bir dille şöyle diyor bu konuda Schopenhauer: ‘Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir’.
E. Ö - Arkadaşlarımız ile iç içe yaşamı götürenler olarak, insan bu cümleler karşısında kendini yetersiz hissediyor. Kimbilir belki de bu bakış açısı, (saptamalarının çok yerinde olduğu gerçeğini de fark ederek) bir filozofun iletişim kurma becerisiyle ilgili bir sonuçtur diyerek bir nefes alalım biraz.
F. A - Ben de kısa bir cümle ile biraz daha nefessiz bırakabilir miyim? Schopenhauer, Aristo’nun ‘Dostlarım, dünyada hiç dost yoktur’ sözlerini, yakın dostu olan ve daha sonraları kendisini, fikirlerini yayması için kullandığını fark edip, ilişkisini kestiği Goethe’nin deyişiyle onaylamıştır:
‘Düşmanlarından ne yakınırsın?
Senin olduğun gibi oluşunu
Sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören
Dostların gibi mi olsalardı?’...
E. Ö - Çağdaşı filozoflardan Goethe dışında kimseyle dostluk yapmadı. Şu sözlerine ne dersin? Sanırım bu düşüncesi daha da netleştirecek: “Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine katlanabiliyorum ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi ürpermeme neden oluyor”.
F. A – Aslında Schopenhauer, yaradılıştan kötümser biriydi. Bu dünyada geçirilen zamanın, bir can sıkıntısı silsilesinden oluştuğuna inanıyordu. Öyle ki, ona göre insan can sıkıntısından kurtulmak için çeşitli meşgaleler icat etmişti: tüm uğraşlar, iş, aile, toplum kuralları, eğlence, sanat vs. Yaşamın anlamsızlığı, boşunalığı, insan varoluşunun acılı yanı, sürekli olarak yazılarına konu oluyordu.
Mutluluktan payını alamamış bir insan olarak, filozoflardan her zaman beklenilen mutluluk tarifini ise, Aforizmalar adlı eserinde, Schopenhauer şöyle tanımlıyordu:
‘Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden kaynaklanan sakin ve neşeli bir mizaç; duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zeka; ılımlı, yumuşak bir istenç ve bunlara uygun olarak, iyi bir vicdan: bunlar, yerini hiçbir rütbenin ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir’.
E. Ö - Burada bir açılım yapmak isterim: Schopenhauer eserlerinde Platon, Kant ve doğu felsefesini kendine özgü biçimde karşılaştırmış ve kendi tarzını yaratmıştır. Kendi döneminin ünlü filozofu, Hegel’in tersine yaşamın eğlenceli değil de acılarla dolu bir yolculuk olduğuna inanıyordu. Ölümü ise, bir bakıma bu sıkıntıların son bulması gibi tanımlıyordu. Ona göre yaşam basit bir döngüden ibaretti; “İnsan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu döngü belki bütün canlı türleri için geçerlidir ama insanlar için daha da kötüdür. Çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır”.
İnsanın kendini avutmak için kurduğu yapay döngüden, istençler (arzular) yumağından bir an sıyrıldığında karşılaştığı “can sıkıntısını” ise bakın nasıl yorumlamış; “Can sıkıntısı, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin-önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yokolmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz- kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çekicilerin olmadığı bir durumdur.”
Schopenhauer’a göre gençlikteki neşeli, enerjik durumun sebebi ise sonrasını bilmemekten kaynaklanıyordu. Onun görüşünü aktaran şu sözleri ilginçtir; “Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.”
F. A - Schopenhauer, kelimenin tam anlamıyla, paranoyak, cimri ve tensel zevk düşkünü biriydi. Annesinin her zaman eleştirdiği bencil ve kendini beğenmiş bir yönü de vardı. Pipolarının çalınmasından korktuğu için onları kilit altında tutar, yatağının başucuna dolu bir tabanca koyar ve berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmazdı.
Çektiği acılardan olsa gerek, Tanrı ile arası iyi değildi. Aşkın Metafiziği’nde, Tanrı’ya hitaben şöyle der:
‘Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"’.
Çok az kişiyle görüşür, pek çoğuna da oldukça kaba ve aşağılayan tarzda davranırdı. Nezaket göstermek, ona göre ‘oyuncak paralar kadar sahteydi’ (Aforizmalar).
Schopenhauer felsefesine göre, insanların hareketleri, üç temelden kaynaklanır. Bu temellere dayanmaksızın insanlar üzerinde etkili olabilecek bir güç düşünülemezdi. Bunların birincisi bencillik, ikincisi kötü ruhluluk, üçüncüsü de acımadır. İnsan davranışlarının hepsi, bu üç temelden birine ya da aynı zamanda ikisine bağlanabilir.
Schopenhauer'in "Arzu ve Hayal Olarak Dünya" adli temel eseri, "Dünya, benim hayalimdir" cümlesiyle başlar. Bununla insanların hayal ettikleri nesnelerin somut gerçekler olduğu kastedilmez. Schopenhauer, daha çok tüm gerçeğin insanların hayal ettikleri gerçekler biçiminde varolduklarını söylemek istemistir; nesneler hayal edilmektedir. Eger filozof bu düsüncelerini devam ettirmeseydi, buna idealizm diyebilirdik. Ve dünya, insan hayalindeki bir görüngü, bir rüyadan başka bir şey olmazdı. Kendisi, görüngü kavrami üstünde düşünmeye devam edip, görüngünün arkasında görünen bir şeyin olması gerektiği kanaatine vardi. Vücut hareketlerinin, isteklerin harekete geçmesinden, vücudun biçim ve organlarının da insan arzusunun ifade tarzından ortaya çıktıgını belirtir bu eserinde. İnsan vücudunun bir istek olduğunu düşünüyordu. İstek ise insanın en içsel varlığıydı. İstek ayni zamanda doğadaki varlıkları çeken ve iten, harekete geçiren, nesneleri ayırıp birleştiren, cezbeden bir güçtü. Her yerde bir isteğin gücü egemendi. Dünya, kendi haliyle ve iç yapısı itibariyle bir istekti. O, ortaya çıkan, somutlaşan bir istek olarak vardı. Hain olan kendi bilincimizdi.
Doğa, isteğin yaşamdaki görünümüydü ve isteğin nesnellestirilmesinin sıralanısını oluşturuyordu: Düşme isteği olan taştan, düşünme isteği olan beyne kadar. İstek en alt basamakta "mekanik, kimyasal, ve fiziksel neden" olarak, bitkide "cazibe", hayvanda "görünür motif", insanda "soyut, düşünülen motif" biçiminde ortaya çıkıyordu.
Schopenhauer, felsefesini tek bir cümlede özetliyordu: "Dünya, isteğin kendisini tanımasıdır."
‘İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir’.
E. Ö - Belki de Adli Psikiyatri alanında çalışmam ve ölümle çok yüzyüze geliyor olmam nedeniyle, yaşamı olduğu kadar ölümü kabullenişi ve diğer insanlara göre oldukça farklı bakışı beni en çok etkileyen tarafı oldu.
Schopenhauer’a göre; “Ölüm kaygısı kendini gerçekleştirmenin en çok olduğu yerde en az bulunur”. diyerek ölüm korkusunu azaltmak için hayatı verimli, tatmin edici biçimde yaşamanın önemini vurgulamış. Yaşam yolculuğu sırasındaki ciddi olayların da aslında çok önemli olmadığını tüm yapılanların nihai hedefin yanında çok hafif kaldığını bir gemi yolculuğu örneğiyle çarpıcı biçimde aktarır:
“Biz kayalardan ve girdaplardan kaçmak için gemimizi enerjik bir şekilde kullanan denizcileriz. Bu süre zarfında korkunç gemi kazasına gittiğimizin farkında değiliz”.
Zorluklarla dolu hayatın sonuna gelindiğinde ise yaşamın anlamını çözmüş bilge insanların, görevlerini tamamlanın verdiği duyguyu hissedeceklerini şu sözlerle özetler; “Hayatının son dönemindeki hiçbir insan aklı yerindeyse her şeyi yeniden yaşamak istemez”.
Son olarak, ölüme farklı bakışını ve ölümü övücü duruşunu özetleyen şu sözleri bu ilginç filozofa daha yakından bakmamıza yardımcı olacak;. “Hiçbir şey onu telaşlandırıp heyecanlandıramaz artık. Bizi dünyaya bağlayan ve bizi sürekli acı içinde ileri geri sürükleyen binlerce istenç bağı: o hepsini kesip paramparça etti. Gülümseyerek geriye, şu anda oyunun sonuna gelmiş bir satranç oyuncusu gibi kayıtsızca önünde duran bu dünyanın düşsel görüntüler geçidine bakıyor”.
Günümüz düşünce ve bilim dünyasının kökeninde yatan birçok görüşün temellerini atan ve Nietzsche’nin, Wagner’in Freud’un ve birçok filozofun öğretilerinden yararlandığı büyük düşünür, Schopenhauer’un farklı bakış açısını ve yaşam öyküsünü özet olarak aktarmaya çalıştık. Onun çarpıcı ve sıra dışı görüşlerini kuşkusuz herkes baktığı açıya göre yorumlamakta özgürdür. Görüşlerini paylaşmayanlar için de hazırladığı bir sözü var: ‘Ben çalışmalarımı kalabalıklar için yazmadım. Çalışmalarımı zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak düşünen bireylere miras bırakıyorum’. Gördüğünüz gibi bu büyük düşünürden etkilenmemek mümkün değil, yorumlarına katılmasanız bile…
Böyle güzel günlerden birinde, elimde çayım ve Schopenhauer kitabım, aynı hastanede çalıştığım arkadaşım, Erdem ile karşılaştık. Ve iki Schopenhauer düşkünü insan karşılaştığında kaçınılmaz olan süreci tahmin edersiniz sanırım. Yarım saatlik yolculuk süresince, Schopenhauer felsefesi üzerine yaptığımız keyifli sohbetin devamını yazarak getirmeye karar verdik, umarım sizin de hoşunuza gider..
F.A - Bu kitapta en çok ilgimi çeken tümce şu oldu:
‘Hayatın birinci yarısı, mutluluğa duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık..’ (Aşkın Metafiziği)
Schopenhauer’ın hayata bakışını özetleyen bu tümceler, aslında onun mutsuz geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin izleri. Mutsuz bir ailede büyümesi, annesi ve babası arasında yaşanan anlayış eksikliği, bu büyük filozofun yaşamla ilgili gerçekleri kavrayışında ve gelecek nesillere iletişinde büyük rol oynamış.
E.Ö - İstersen önce kısaca bir hayat hikayesini konuşalım:
22 Şubat 1788’de Danzig'de doğdu. Babası yetenekli bir tüccar olan, Heinrich Floris, annesi ise özgürlüğüne düşkün genç bir kadın olan, Johanna idi. Schopenhauer ailesi bir çocuğun düşlediği ideal aileden çok uzaktı, Heinrich fazlasıyla kıskanç, Johanna ise fazlasıyla bencil ve özgürlüğüne düşkündü.
F. A- Schopenhauer, zengin bir tüccar olan babasına her zaman hayrandı. Güçlü karakterinin ondan geldiğine inanıyordu. Kadınları her fırsatta aşağılamasına karşın, zekasını annesinden aldığını söylemesi ilginçti. Büyük umutlarla bastırdığı ilk kitabıyla alay eden ve kendisi de bir feminist yazar olan annesine verdiği yanıt oldukça sert olmuştu:
‘Senin ıvır zıvırların unutulup gittiğinde benim yapıtlarım hala satılıyor olacak’.
E.Ö - Evet, evet Schopenhauer, annesine karşı olumsuz hislerle dolu bir biçimde yetişecek ve ilerde kadınlar üzerine kuracağı olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelinde hoşlanmadığı annesi olacaktı.
F. A - Schopenhauer, hayatla ilgili görüşlerinin önemli ölçüde şekilleneceği, büyük Avrupa gezisine, on beş yaşlarında iken çıkmış..
E. Ö - Aslında, geziye çıkış nedeni babasıydı; Heinrich Schopenhauer'un en büyük arzusu, oğlu Arthur'un kendisi gibi büyük bir tüccar olmasıydı.
F. A - İki yıllık bu gezi ve gezdiği yerlere ait eserleri kendi dillerinde okuyup, hazmettikten sonra, ‘bu dünyanın her şeyiyle iyi olan bir varlığın değil, çektikleri ıstırabı seyredip zevk almak için yaratıklar var eden bir iblisin eseri olabileceği’ sonucuna varmıştı.
E. Ö - Evet, bu dönem; babası Heinrich Hamburg'daki depolarının üst katındaki pencereden Hamburg Kanalı'na atlayarak intihar etmesine denk gelir. Arthur, duygusal anlamda çökmüştü, babasının ölümünün ardından tüccar çıraklığına bir süre daha devam etti. Schopenhauer derin bir depresif hâl içinde babasının yasını tutarken, annesi Johanna ise, bir kaç aylık yasdan sonra aile işlerini tasfiye ederek, Hamburg'dan Weimar'a taşınır. Weimar'da kurduğu salon, kısa zamanda ünlenir ve dönemin bir çok önemli sanatçısıyla arkadaş olur. Zamanla tanınmış bir yazar olur, bir çok roman, makale ve biyografi yazar. Yazdığı romanlar genellikle feministik temalar içerir. Çoğu zaman konu, istemediği bir evlilik yapmaya zorlanmış ama özgürlüklerinden hâlâ vazgeçmemiş bu yüzden de çocuk yapmayı reddeden kadınlardı.
Bu dönemlerde annesi ile ciddi kavgalar etmiş ve sonrasında da onunla görüşmeyi tamamen kesmiştir.
İnsansevmezliği de biline bir özelliği idi. İnsanlara "iki ayaklı hayvanlar" diye hitap etmesi, onun insansevmezliğini kanıtlıyor bence..
F. A - Hatta öyle ki, en iyi otellerde yalnız başına ya da köpeği ile yediği yemeklerde, köpeğini karşısına oturtur ve ona ‘efendim’ diye hitap edermiş. Eğer köpekçik uygunsuz bir şekilde havlar ya da yanlış bir hareket yaparsa onu ‘Seni gidi İNSAN!’ diye paylarmış!
E. Ö – Aslında o, insansevmezliği ve kişinin kendisini insanlardan izole etmesini, eksiklikten öte bir erdem olarak görmekteydi. Zaten Schopenhauer'e göre, erdemli ve olgun bir insan başkalarından hiçbir şey istemeyecek kadar tamam, kendi kendine yeterdir, bu yüzden de insanlarla birlikte olmaya veya onlarla çeşitli ilişkiler kurmaya gerek görmez.
F. A. - Şunları da eklemeden geçemeyeceğim: Kendisinde fazlasıyla bulunduğuna inandığı (pek haksız da sayılmaz hani!) akıl ve zekanın, diğer insanlar arasında nefret ve öfke uyandırdığına o kadar emindi ki, akıllı ve zeki insanların bu yüzden yalnız kalmaları gerektiğini iddia ediyordu. Bu tezini de şu mantık dizgesiyle kanıtlamaya çalışıyordu büyük filozof:
‘Birisi, konuştuğu bir kimsede büyük zihinsel üstünlük ayrımsar ve duyumsarsa, sessizce ve açıkça bilincinde olmadan, ötekinin de aynı ölçüde kendisinin aşağılık ve sınırlı olduğunu ayrımsadığı sonucuna varır. Bu örtük tasım, onun en keskin nefretini, öfkesini ve hiddetini uyandırır’ (Aforizmalar).
Yine bu yüzden, Alman yazar, Goethe dışında hiç dostu olmadı. Biraz önce senin de değindiğin üzere: zaten dostluk ve arkadaşlık, ona göre, zihinsel ya da bedensel olarak eksik ve yetersiz insanların işiydi.
Aforizmalar’ın bir yerinde, arkadaşlık için şöyle diyor:
‘İnsanların arkadaş canlılığına, insanların çok soğuk havada birbirlerine sokularak oluşturdukları bedensel sıcaklığa benzer bir biçimde, zihinsel sıcaklık oluşturmaları gözüyle de bakılabilir. Ancak, kendi sıcaklığı çok olan biri böyle bir gruplaşmayı gereksinmez’.
E. Ö - Yaşamında toplumun kuralları ve insanlarla pek iyi geçinememiş biri olarak insanlara olan hoşgörüsüzlüğünü şu sözlerle aktarır Schopenhauer; “Bir insanın karakterinin kötü yanlarını unutmak, zor kazanılmış bir parayı sokağa atmak gibidir. Kendimizi aptalca tanıdıklardan ve aptalca arkadaşlıklardan korumalıyız”.
Arkadaşlık ilişkisini farklı bir biçimde sorgulamış olan filozof, genellikle yalnız yaşamasına ve pek arkadaşı olmamasına çeşitli nedenler ileri sürmüştür. Arkadaşlığın, aslında gerçek bir paylaşımdan öte, yanındakinin kendinden kötü olduğunda bundan gizli bir haz alınması nedeniyle dürüst olmadığını ima eden görüşünü; “İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın, başımıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığımızı açıklamaktan başka yolları da vardır” şeklinde belirtmiştir.
F. A - Aforizmalar’da keskin bir dille şöyle diyor bu konuda Schopenhauer: ‘Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir’.
E. Ö - Arkadaşlarımız ile iç içe yaşamı götürenler olarak, insan bu cümleler karşısında kendini yetersiz hissediyor. Kimbilir belki de bu bakış açısı, (saptamalarının çok yerinde olduğu gerçeğini de fark ederek) bir filozofun iletişim kurma becerisiyle ilgili bir sonuçtur diyerek bir nefes alalım biraz.
F. A - Ben de kısa bir cümle ile biraz daha nefessiz bırakabilir miyim? Schopenhauer, Aristo’nun ‘Dostlarım, dünyada hiç dost yoktur’ sözlerini, yakın dostu olan ve daha sonraları kendisini, fikirlerini yayması için kullandığını fark edip, ilişkisini kestiği Goethe’nin deyişiyle onaylamıştır:
‘Düşmanlarından ne yakınırsın?
Senin olduğun gibi oluşunu
Sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören
Dostların gibi mi olsalardı?’...
E. Ö - Çağdaşı filozoflardan Goethe dışında kimseyle dostluk yapmadı. Şu sözlerine ne dersin? Sanırım bu düşüncesi daha da netleştirecek: “Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine katlanabiliyorum ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi ürpermeme neden oluyor”.
F. A – Aslında Schopenhauer, yaradılıştan kötümser biriydi. Bu dünyada geçirilen zamanın, bir can sıkıntısı silsilesinden oluştuğuna inanıyordu. Öyle ki, ona göre insan can sıkıntısından kurtulmak için çeşitli meşgaleler icat etmişti: tüm uğraşlar, iş, aile, toplum kuralları, eğlence, sanat vs. Yaşamın anlamsızlığı, boşunalığı, insan varoluşunun acılı yanı, sürekli olarak yazılarına konu oluyordu.
Mutluluktan payını alamamış bir insan olarak, filozoflardan her zaman beklenilen mutluluk tarifini ise, Aforizmalar adlı eserinde, Schopenhauer şöyle tanımlıyordu:
‘Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden kaynaklanan sakin ve neşeli bir mizaç; duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zeka; ılımlı, yumuşak bir istenç ve bunlara uygun olarak, iyi bir vicdan: bunlar, yerini hiçbir rütbenin ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir’.
E. Ö - Burada bir açılım yapmak isterim: Schopenhauer eserlerinde Platon, Kant ve doğu felsefesini kendine özgü biçimde karşılaştırmış ve kendi tarzını yaratmıştır. Kendi döneminin ünlü filozofu, Hegel’in tersine yaşamın eğlenceli değil de acılarla dolu bir yolculuk olduğuna inanıyordu. Ölümü ise, bir bakıma bu sıkıntıların son bulması gibi tanımlıyordu. Ona göre yaşam basit bir döngüden ibaretti; “İnsan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu döngü belki bütün canlı türleri için geçerlidir ama insanlar için daha da kötüdür. Çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır”.
İnsanın kendini avutmak için kurduğu yapay döngüden, istençler (arzular) yumağından bir an sıyrıldığında karşılaştığı “can sıkıntısını” ise bakın nasıl yorumlamış; “Can sıkıntısı, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin-önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yokolmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz- kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çekicilerin olmadığı bir durumdur.”
Schopenhauer’a göre gençlikteki neşeli, enerjik durumun sebebi ise sonrasını bilmemekten kaynaklanıyordu. Onun görüşünü aktaran şu sözleri ilginçtir; “Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.”
F. A - Schopenhauer, kelimenin tam anlamıyla, paranoyak, cimri ve tensel zevk düşkünü biriydi. Annesinin her zaman eleştirdiği bencil ve kendini beğenmiş bir yönü de vardı. Pipolarının çalınmasından korktuğu için onları kilit altında tutar, yatağının başucuna dolu bir tabanca koyar ve berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmazdı.
Çektiği acılardan olsa gerek, Tanrı ile arası iyi değildi. Aşkın Metafiziği’nde, Tanrı’ya hitaben şöyle der:
‘Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"’.
Çok az kişiyle görüşür, pek çoğuna da oldukça kaba ve aşağılayan tarzda davranırdı. Nezaket göstermek, ona göre ‘oyuncak paralar kadar sahteydi’ (Aforizmalar).
Schopenhauer felsefesine göre, insanların hareketleri, üç temelden kaynaklanır. Bu temellere dayanmaksızın insanlar üzerinde etkili olabilecek bir güç düşünülemezdi. Bunların birincisi bencillik, ikincisi kötü ruhluluk, üçüncüsü de acımadır. İnsan davranışlarının hepsi, bu üç temelden birine ya da aynı zamanda ikisine bağlanabilir.
Schopenhauer'in "Arzu ve Hayal Olarak Dünya" adli temel eseri, "Dünya, benim hayalimdir" cümlesiyle başlar. Bununla insanların hayal ettikleri nesnelerin somut gerçekler olduğu kastedilmez. Schopenhauer, daha çok tüm gerçeğin insanların hayal ettikleri gerçekler biçiminde varolduklarını söylemek istemistir; nesneler hayal edilmektedir. Eger filozof bu düsüncelerini devam ettirmeseydi, buna idealizm diyebilirdik. Ve dünya, insan hayalindeki bir görüngü, bir rüyadan başka bir şey olmazdı. Kendisi, görüngü kavrami üstünde düşünmeye devam edip, görüngünün arkasında görünen bir şeyin olması gerektiği kanaatine vardi. Vücut hareketlerinin, isteklerin harekete geçmesinden, vücudun biçim ve organlarının da insan arzusunun ifade tarzından ortaya çıktıgını belirtir bu eserinde. İnsan vücudunun bir istek olduğunu düşünüyordu. İstek ise insanın en içsel varlığıydı. İstek ayni zamanda doğadaki varlıkları çeken ve iten, harekete geçiren, nesneleri ayırıp birleştiren, cezbeden bir güçtü. Her yerde bir isteğin gücü egemendi. Dünya, kendi haliyle ve iç yapısı itibariyle bir istekti. O, ortaya çıkan, somutlaşan bir istek olarak vardı. Hain olan kendi bilincimizdi.
Doğa, isteğin yaşamdaki görünümüydü ve isteğin nesnellestirilmesinin sıralanısını oluşturuyordu: Düşme isteği olan taştan, düşünme isteği olan beyne kadar. İstek en alt basamakta "mekanik, kimyasal, ve fiziksel neden" olarak, bitkide "cazibe", hayvanda "görünür motif", insanda "soyut, düşünülen motif" biçiminde ortaya çıkıyordu.
Schopenhauer, felsefesini tek bir cümlede özetliyordu: "Dünya, isteğin kendisini tanımasıdır."
‘İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir’.
E. Ö - Belki de Adli Psikiyatri alanında çalışmam ve ölümle çok yüzyüze geliyor olmam nedeniyle, yaşamı olduğu kadar ölümü kabullenişi ve diğer insanlara göre oldukça farklı bakışı beni en çok etkileyen tarafı oldu.
Schopenhauer’a göre; “Ölüm kaygısı kendini gerçekleştirmenin en çok olduğu yerde en az bulunur”. diyerek ölüm korkusunu azaltmak için hayatı verimli, tatmin edici biçimde yaşamanın önemini vurgulamış. Yaşam yolculuğu sırasındaki ciddi olayların da aslında çok önemli olmadığını tüm yapılanların nihai hedefin yanında çok hafif kaldığını bir gemi yolculuğu örneğiyle çarpıcı biçimde aktarır:
“Biz kayalardan ve girdaplardan kaçmak için gemimizi enerjik bir şekilde kullanan denizcileriz. Bu süre zarfında korkunç gemi kazasına gittiğimizin farkında değiliz”.
Zorluklarla dolu hayatın sonuna gelindiğinde ise yaşamın anlamını çözmüş bilge insanların, görevlerini tamamlanın verdiği duyguyu hissedeceklerini şu sözlerle özetler; “Hayatının son dönemindeki hiçbir insan aklı yerindeyse her şeyi yeniden yaşamak istemez”.
Son olarak, ölüme farklı bakışını ve ölümü övücü duruşunu özetleyen şu sözleri bu ilginç filozofa daha yakından bakmamıza yardımcı olacak;. “Hiçbir şey onu telaşlandırıp heyecanlandıramaz artık. Bizi dünyaya bağlayan ve bizi sürekli acı içinde ileri geri sürükleyen binlerce istenç bağı: o hepsini kesip paramparça etti. Gülümseyerek geriye, şu anda oyunun sonuna gelmiş bir satranç oyuncusu gibi kayıtsızca önünde duran bu dünyanın düşsel görüntüler geçidine bakıyor”.
Günümüz düşünce ve bilim dünyasının kökeninde yatan birçok görüşün temellerini atan ve Nietzsche’nin, Wagner’in Freud’un ve birçok filozofun öğretilerinden yararlandığı büyük düşünür, Schopenhauer’un farklı bakış açısını ve yaşam öyküsünü özet olarak aktarmaya çalıştık. Onun çarpıcı ve sıra dışı görüşlerini kuşkusuz herkes baktığı açıya göre yorumlamakta özgürdür. Görüşlerini paylaşmayanlar için de hazırladığı bir sözü var: ‘Ben çalışmalarımı kalabalıklar için yazmadım. Çalışmalarımı zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak düşünen bireylere miras bırakıyorum’. Gördüğünüz gibi bu büyük düşünürden etkilenmemek mümkün değil, yorumlarına katılmasanız bile…
ÇAĞIMIZA BİRLİKTE BAKARKEN…
Güzel ve güneşli bir Nisan günüydü, günlerden de Pazar... Haliyle, hayatta bana en çok zevk veren birkaç şeyden birini yapmaya, yeni açılan kitap fuarında kitapların peşinden koşmaya gittim.
Büyük bir binanın zemin katında kurulmuş olan kitap fuarından içeri girdiğimde, eşim Emre gülerek, şekerci dükkanındaki çocuklar gibi göründüğümü söyledi! Bense bir sağa, bir sola bakınıp acaba hangi taraftan başlasam diye düşünüyordum. Koca salonda büyük bir kalabalık vardı.. ve tabii yığınlarla kitap. Renkli-siyah-beyaz, küçük-orta-büyük boylarda, saman kağıda ya da ofset baskılı kitaplar… Herkesin yüzündeki şaşkın ve mutlu ifadeyi fark etmek beni iyice keyiflendirdi. Böyle zamanlarda, hangi fikirden, hangi cinsten, hangi ırktan olursa olsun, kitap dostları arasında bulunmak beni çok mutlu eder.
Kitap fuarlarının bana göre olmazsa olmazı, yazarların okuyucularıyla buluştukları o büyüleyici ve eşsiz andır. Okuyucu yazara; dimağının pencerelerini engin okyanuslara açan o olağanüstü anlatıcıya kavuştuğu anda, merak ve şaşkınlık ile beraber büyük bir zevk duyar. Kendisine yeni dünyaların kapılarını açan kişiyi görmenin verdiği tatlı telaş ve mutlulukla doludur. Yazar ise, yazdıklarının hangi zihinlere, hangi cinsten, hangi yaş grubundaki insanlara daha fazla ulaştığını merak etmektedir. Okuyucunun kitaplarına vereceği tepkileri alma zamanıdır artık. Yazdıkları amacına ulaştı mı ulaşmadı mı? İşte yanıtın verileceği gündür o gün, o buluşma anı. Kitabı yazarınıza uzattığınız ve adınızı sorarken hafifçe öne doğru eğilmesi, adınızı yazdıktan sonra hoşa gidecek birkaç sözü kitabın ilk sayfasına karalaması, gerçek bir okurun dünyadaki büyük zevklerinden biridir. Ben de bu zevki çok iyi bildiğimden, kitap fuarlarında hemen gözüm sevdiğim yazarları arar.
O gün de, sevdiğim filozof yazar Server Tanilli, kitaplarını imzalamak ve söyleşmek üzere gene oradaydı. Büyük bir kuyruk vardı her zamanki gibi kitaplarının önünde, genç-yaşlı, kadın-erkek, öğrenci-ev hanımı, her türden insan gelmişti O’nun için. Server Tanilli, kimbilir hangi nedenle oturduğu tekerlekli sandalyesinde, ileri yaşın verdiği yorgunluk belirtilerine rağmen, yüzünde aldığı hazzın aydınlığı ile her okurun elini sıkıyor, adını ve mesleğini soruyor, onların sorularına bıkıp usanmadan yanıtlar veriyordu. Okurun düzeyine göre sohbet konusu açıyor, birkaç kısa fakat çok anlamlı söz söyleyip, uzaklara bakarak düşündükten sonra kitabı kendine özgü sözcüklerle imzalıyordu.
Onun bu tavrına her zaman hayranlık duydum; kitap imzalama işini bir görev gibi yapmayışına, okurunun gözlerinin taa içine bakmasına; ruhunu görmek istercesine ve sonra imzalarken en uygun sözcükleri bulmaya çalışmasına. Sanki yılların profesyonel yazarı değil de, mesleğe yeni başlayan amatör birinin heyecanı gibi, çok naif ve eşsiz bir tavırdı onunki.
Sıra bana gelene dek epey bir süre geçti. Sabırla bekliyor, bir yandan da merak ediyordum; benimle ne konuşacak ve bu yıl ilk sayfaya ne yazacak diye. Sıra bana geldiğinde her zamanki gibi adımı ve mesleğimi sordu. Eğitimci bir doktor olduğumu öğrenince şöyle bir gözlerini kısıp ‘çok güzel!’ dedi ve hemen ardından sanki sağ üst tarafta uzaklarda bir yere bakıyormuş gibi uzuun uzun bakışlarını daldırdıktan sonra eğilip birkaç satır karaladı. Hiç konuşmayıp sadece yazmasına şaşırdım, çünkü benden öncekilerle tek tek ve uzun uzun sohbet etmişti! Teşekkür edip yanından ayrılır ayrılmaz hemen kitabın kapağını açtım: ‘Sevgili Funda Aksu’ya.. Çağımıza birlikte bakarken..’ yazıyordu ilk sayfada. O kadar duygulandım ki, kalbim bir sevinç dalgasıyla doldu. Bu kadar büyük bir düşün adamının henüz düşünme işinin alfabesini öğrenmeye çalışan, ordan buradan aldığı bilgi kırıntılarını bir araya getirip kendi özgün fikirlerini bulmaya çalışan beni alıp yanına taşıması..Birlikte bakmak..Aynı yerden..Çok onur verici sözlerdi bunlar. İşte bir kez daha yapmıştı, her yıl ayrı şeyler yazması bir yana, beni yüreğimden yakalamıştı. Server Tanilli gibi bir büyük ustanın yanından dünyaya, insanlara, çağımıza bakmak. Çok büyük bir ders ve çok büyük bir sorumluluk da vardı bu sözlerde..
Uzun saatler boyunca dolaştım, kitaplara baktım, onlara dokundum, kokladım ve sonunda yorgun fakat huzurlu, elimde rengarenk kitap torbalarıyla ve mutlulukla ayrıldım 14. İzmir Kitap Fuarı’ndan..
Uzm. Dr. Funda Aksu
Büyük bir binanın zemin katında kurulmuş olan kitap fuarından içeri girdiğimde, eşim Emre gülerek, şekerci dükkanındaki çocuklar gibi göründüğümü söyledi! Bense bir sağa, bir sola bakınıp acaba hangi taraftan başlasam diye düşünüyordum. Koca salonda büyük bir kalabalık vardı.. ve tabii yığınlarla kitap. Renkli-siyah-beyaz, küçük-orta-büyük boylarda, saman kağıda ya da ofset baskılı kitaplar… Herkesin yüzündeki şaşkın ve mutlu ifadeyi fark etmek beni iyice keyiflendirdi. Böyle zamanlarda, hangi fikirden, hangi cinsten, hangi ırktan olursa olsun, kitap dostları arasında bulunmak beni çok mutlu eder.
Kitap fuarlarının bana göre olmazsa olmazı, yazarların okuyucularıyla buluştukları o büyüleyici ve eşsiz andır. Okuyucu yazara; dimağının pencerelerini engin okyanuslara açan o olağanüstü anlatıcıya kavuştuğu anda, merak ve şaşkınlık ile beraber büyük bir zevk duyar. Kendisine yeni dünyaların kapılarını açan kişiyi görmenin verdiği tatlı telaş ve mutlulukla doludur. Yazar ise, yazdıklarının hangi zihinlere, hangi cinsten, hangi yaş grubundaki insanlara daha fazla ulaştığını merak etmektedir. Okuyucunun kitaplarına vereceği tepkileri alma zamanıdır artık. Yazdıkları amacına ulaştı mı ulaşmadı mı? İşte yanıtın verileceği gündür o gün, o buluşma anı. Kitabı yazarınıza uzattığınız ve adınızı sorarken hafifçe öne doğru eğilmesi, adınızı yazdıktan sonra hoşa gidecek birkaç sözü kitabın ilk sayfasına karalaması, gerçek bir okurun dünyadaki büyük zevklerinden biridir. Ben de bu zevki çok iyi bildiğimden, kitap fuarlarında hemen gözüm sevdiğim yazarları arar.
O gün de, sevdiğim filozof yazar Server Tanilli, kitaplarını imzalamak ve söyleşmek üzere gene oradaydı. Büyük bir kuyruk vardı her zamanki gibi kitaplarının önünde, genç-yaşlı, kadın-erkek, öğrenci-ev hanımı, her türden insan gelmişti O’nun için. Server Tanilli, kimbilir hangi nedenle oturduğu tekerlekli sandalyesinde, ileri yaşın verdiği yorgunluk belirtilerine rağmen, yüzünde aldığı hazzın aydınlığı ile her okurun elini sıkıyor, adını ve mesleğini soruyor, onların sorularına bıkıp usanmadan yanıtlar veriyordu. Okurun düzeyine göre sohbet konusu açıyor, birkaç kısa fakat çok anlamlı söz söyleyip, uzaklara bakarak düşündükten sonra kitabı kendine özgü sözcüklerle imzalıyordu.
Onun bu tavrına her zaman hayranlık duydum; kitap imzalama işini bir görev gibi yapmayışına, okurunun gözlerinin taa içine bakmasına; ruhunu görmek istercesine ve sonra imzalarken en uygun sözcükleri bulmaya çalışmasına. Sanki yılların profesyonel yazarı değil de, mesleğe yeni başlayan amatör birinin heyecanı gibi, çok naif ve eşsiz bir tavırdı onunki.
Sıra bana gelene dek epey bir süre geçti. Sabırla bekliyor, bir yandan da merak ediyordum; benimle ne konuşacak ve bu yıl ilk sayfaya ne yazacak diye. Sıra bana geldiğinde her zamanki gibi adımı ve mesleğimi sordu. Eğitimci bir doktor olduğumu öğrenince şöyle bir gözlerini kısıp ‘çok güzel!’ dedi ve hemen ardından sanki sağ üst tarafta uzaklarda bir yere bakıyormuş gibi uzuun uzun bakışlarını daldırdıktan sonra eğilip birkaç satır karaladı. Hiç konuşmayıp sadece yazmasına şaşırdım, çünkü benden öncekilerle tek tek ve uzun uzun sohbet etmişti! Teşekkür edip yanından ayrılır ayrılmaz hemen kitabın kapağını açtım: ‘Sevgili Funda Aksu’ya.. Çağımıza birlikte bakarken..’ yazıyordu ilk sayfada. O kadar duygulandım ki, kalbim bir sevinç dalgasıyla doldu. Bu kadar büyük bir düşün adamının henüz düşünme işinin alfabesini öğrenmeye çalışan, ordan buradan aldığı bilgi kırıntılarını bir araya getirip kendi özgün fikirlerini bulmaya çalışan beni alıp yanına taşıması..Birlikte bakmak..Aynı yerden..Çok onur verici sözlerdi bunlar. İşte bir kez daha yapmıştı, her yıl ayrı şeyler yazması bir yana, beni yüreğimden yakalamıştı. Server Tanilli gibi bir büyük ustanın yanından dünyaya, insanlara, çağımıza bakmak. Çok büyük bir ders ve çok büyük bir sorumluluk da vardı bu sözlerde..
Uzun saatler boyunca dolaştım, kitaplara baktım, onlara dokundum, kokladım ve sonunda yorgun fakat huzurlu, elimde rengarenk kitap torbalarıyla ve mutlulukla ayrıldım 14. İzmir Kitap Fuarı’ndan..
Uzm. Dr. Funda Aksu
DOSTOYEVSKİ, KLASİKLER VE OKUMA ÜZERİNE
14 yaşında bir ortaokul öğrencisi iken başladı Dostoyevski ile tanışıklığımız. O günlerde öğretmen olan anne ve babamdan sürekli yeni kitap istemek bana ayıp geldiğinden ve ne iyi ki, Hoca Mithat Kütüphanesi’ne üye olmuştum. Kütüphane görevlisi olan ve diğer üyelere kuş uçurtmayan neşeli ve aydınlık yüzlü bayan görevli, yüzümdeki şimdilerde o zamanlar var olduğunu tahmin ettiğim müthiş okuma açlığı fışkıran bakışlarımı gördüğünde aynı anda iki-üç -bazen dört!- kitabı birden yasak olduğu halde almama izin verirdi.
Kütüphanenin eski rutubetli ve kitap kokusuyla dolu havası, hafif loş ortamı ve sükuneti, bana hayattaki en gerçek mutluluğun kitap okumak olduğunu düşündürürdü her zaman. Tavan yüksekliğinde, koyu kahverengi ve eski-yeni birçok kitapla dolu rafların arasında, oradaki kitap sayısını hesaplamaya ve okumamın ne kadar zaman alacağını tahmin etmeye çalışırdım. Sonunda da bırakalım dünyadaki, bizim eski Hoca Mithat’taki kitapların tamamını bile okumaya ömrümün yetmeyeceğini fark ederek boynum bükük ayrılırdım oradan. Descartes’ın ‘Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir’ sözünün doğrulamasıydı sanki bu düşünceler..
Klasiklere bayılırdım. Özellikle de Rus klasiklerine..Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Şolohov ve tabii ki, büyük Dostoyevski! Diğerleri de her ne kadar Rus toplumunun yapısını, kazakları vs çok iyi anlatsalar da Dostoyevski başkaydı. Her kitabıyla yepyeni bir dünyaya adım atar, farklı düşüncelerin bir yukarı bir aşağı dansıyla dimağım sarhoşa dönerdi.
Suç ve Ceza’yı okur okumaz bunu yazanın kim olduğunu merak ettim; belki de hala yaşıyordu? Ah, hayır, artık değil..1800’lerde yaşamış ve oldukça berbat bir hayat sürmüştü. Evdeki ansiklopediden hayatını okudum ve sonra böyle bir hayatı yaşamış birinin ancak büyük bir romancı olabileceğini düşündüm şaşkınlık içinde..Yani kaç kişi önce idama mahkum olup da tam infazın gerçekleşeceği sırada affedilip tekrar hayata dönmüştür ki? Ve sonra bitmek tükenmek bilmeyen sara nöbetleri ve tabii ki önlenemez kumar tutkusu..
Dostoyevski’nin romanları insanı anlatır ama 7 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğunun, üstelik de sürekli eve kapanık bir çocukluk geçiren birinin, nasıl olup da insan ruhunun en derin köşelerine bakabildiğini hep merak etmişimdir. Bu çok okuyarak edinilecek bir marifet midir, yoksa Tanrı vergisi bir yetenek mi? Sanırım her ikisi de olmalı..Yazarlığa başlamadan önce Balzac’ın klasiklerini çevirerek para kazandığı da bilinir zaten. Romantik ama bir o kadar da gerçekçi Balzac’ı okuyup da yazarlığa özenmemek mümkün değil zaten. Dostoyevski de böyle düşünmüş olmalı
O’nun en sevdiğim sözü de bir kitabının girişinde okuduğum bir cümleydi. Sanırım şöyleydi: ‘Sevgili okuyucu, yazdıklarıma bakıp da beni aptal biri sanma sakın; ben yazdıklarımdan daha akıllı bir adamım..’. Büyük yazarların ve filozofların (buna Montaigne de dahil) yazdıkları sözleri küçümsemeleri bana hep garip gelmiştir. Belki de bu denli mükemmeliyetçi olmalarıdır onları bu kadar büyük yapan.
Dostoyevski’ye olan hayranlığımın ölçüsü şudur: Eğer yaşamış olsaydı sırf bir kere görüp konuşabilmek uğruna Petersburg’taki evinin kapısına gidip yatardım, çünkü bana göre, yaşayan hiçbir yazar, onun büyüklüğüne erişemedi bu güne kadar.
Stefan Zweig usta, onunla ilgili ve aynı sınıfa yerleştirdiği birkaç yazarı (Balzac ve Kafka da onlardan biridir Zweig’ın gözünde) ‘Romancı’ olarak nitelendirmiş. Yani salt ‘roman yazarı’ değildir onlar Zweig’a göre; bizlere hiç bilmediğimiz, görmediğimiz ama okuduktan sonra bir yerlerde mutlaka var olduklarına inandığımız dünyaların kapısını açan gerçek anlamda ‘romancı’dırlar.
Kafka’yı severim, Balzac’a bayılırım, ama ya Dostoyevski? O’nun için söyleyecek söz bulamıyorum. Belki de o hala yarattığı müthiş dünyalardan birinde oturmuş yeni romanını yazıyordur, kimbilir?..
Kütüphanenin eski rutubetli ve kitap kokusuyla dolu havası, hafif loş ortamı ve sükuneti, bana hayattaki en gerçek mutluluğun kitap okumak olduğunu düşündürürdü her zaman. Tavan yüksekliğinde, koyu kahverengi ve eski-yeni birçok kitapla dolu rafların arasında, oradaki kitap sayısını hesaplamaya ve okumamın ne kadar zaman alacağını tahmin etmeye çalışırdım. Sonunda da bırakalım dünyadaki, bizim eski Hoca Mithat’taki kitapların tamamını bile okumaya ömrümün yetmeyeceğini fark ederek boynum bükük ayrılırdım oradan. Descartes’ın ‘Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir’ sözünün doğrulamasıydı sanki bu düşünceler..
Klasiklere bayılırdım. Özellikle de Rus klasiklerine..Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Şolohov ve tabii ki, büyük Dostoyevski! Diğerleri de her ne kadar Rus toplumunun yapısını, kazakları vs çok iyi anlatsalar da Dostoyevski başkaydı. Her kitabıyla yepyeni bir dünyaya adım atar, farklı düşüncelerin bir yukarı bir aşağı dansıyla dimağım sarhoşa dönerdi.
Suç ve Ceza’yı okur okumaz bunu yazanın kim olduğunu merak ettim; belki de hala yaşıyordu? Ah, hayır, artık değil..1800’lerde yaşamış ve oldukça berbat bir hayat sürmüştü. Evdeki ansiklopediden hayatını okudum ve sonra böyle bir hayatı yaşamış birinin ancak büyük bir romancı olabileceğini düşündüm şaşkınlık içinde..Yani kaç kişi önce idama mahkum olup da tam infazın gerçekleşeceği sırada affedilip tekrar hayata dönmüştür ki? Ve sonra bitmek tükenmek bilmeyen sara nöbetleri ve tabii ki önlenemez kumar tutkusu..
Dostoyevski’nin romanları insanı anlatır ama 7 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğunun, üstelik de sürekli eve kapanık bir çocukluk geçiren birinin, nasıl olup da insan ruhunun en derin köşelerine bakabildiğini hep merak etmişimdir. Bu çok okuyarak edinilecek bir marifet midir, yoksa Tanrı vergisi bir yetenek mi? Sanırım her ikisi de olmalı..Yazarlığa başlamadan önce Balzac’ın klasiklerini çevirerek para kazandığı da bilinir zaten. Romantik ama bir o kadar da gerçekçi Balzac’ı okuyup da yazarlığa özenmemek mümkün değil zaten. Dostoyevski de böyle düşünmüş olmalı
O’nun en sevdiğim sözü de bir kitabının girişinde okuduğum bir cümleydi. Sanırım şöyleydi: ‘Sevgili okuyucu, yazdıklarıma bakıp da beni aptal biri sanma sakın; ben yazdıklarımdan daha akıllı bir adamım..’. Büyük yazarların ve filozofların (buna Montaigne de dahil) yazdıkları sözleri küçümsemeleri bana hep garip gelmiştir. Belki de bu denli mükemmeliyetçi olmalarıdır onları bu kadar büyük yapan.
Dostoyevski’ye olan hayranlığımın ölçüsü şudur: Eğer yaşamış olsaydı sırf bir kere görüp konuşabilmek uğruna Petersburg’taki evinin kapısına gidip yatardım, çünkü bana göre, yaşayan hiçbir yazar, onun büyüklüğüne erişemedi bu güne kadar.
Stefan Zweig usta, onunla ilgili ve aynı sınıfa yerleştirdiği birkaç yazarı (Balzac ve Kafka da onlardan biridir Zweig’ın gözünde) ‘Romancı’ olarak nitelendirmiş. Yani salt ‘roman yazarı’ değildir onlar Zweig’a göre; bizlere hiç bilmediğimiz, görmediğimiz ama okuduktan sonra bir yerlerde mutlaka var olduklarına inandığımız dünyaların kapısını açan gerçek anlamda ‘romancı’dırlar.
Kafka’yı severim, Balzac’a bayılırım, ama ya Dostoyevski? O’nun için söyleyecek söz bulamıyorum. Belki de o hala yarattığı müthiş dünyalardan birinde oturmuş yeni romanını yazıyordur, kimbilir?..
HUMANİZMİN ÖNCÜSÜ BÜYÜK FİLOZOF:MICHAEL DE MONTAIGNE
‘Solum certum nihil esse certi, et homine nihil miserius aut superbius.’
Plinius.
(Kesin bir şey varsa, o da hiçbir şeyin kesin olmadığıdır; insandan daha acınası, daha kendini beğenmiş bir şey yoktur.)
Michael de Montaigne, Denemeler’ini yazmaya başladığı büyük kütüphanesinin kirişlerine elli adet özdeyiş yazdırmıştı, bunlardan biri olan yukarıdaki sözler, onun tüm evrene bakışını özetliyor.
Montaigne hakkında yazmaya başladığımda ilk aklıma gelen şey, onun hakkında yazacağım ne varsa, zaten Denemeler’inde kendisinin de anlattığı şeyler olacağıydı. Şimdi bu yazıda, Montaigne'den yapacağım her seçme, ister istemez keyfime göre ve eksik olacak. Burada okuyacaklarınızın tümü, Denemeler'in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir. Montaigne'in bahçesinden her geçişte, her insan çok değişik demetler
yapabilir..
Montaigne gibi büyük bir düşünürü anlayabilmek için, öncelikle nasıl yaşadığını bilmek gerek sanırım. Biraz bahsedeyim: Michael de Montaigne, asil bir ailenin ilk çocuğu olarak, 1533 yılında doğdu. 2 yaşından itibaren, Fransızca bilmeyen Horstanus adında bir Alman tarafından sürekli Latince konuşularak eğitilmeye başlandı. Bunun bir sonucu olarak, diğer çocukların şövalyelik masalları okudukları yaşta, Montaigne eğlenmek için Ovid’in Metamorfozlar’ını okuyordu. 6 yaşında Fransa’nın en iyi kolejlerinden birine girdi ve burada ‘hocaların hocası’ lakabıyla tam 7 yıl eğitim gördü. Bu lakabın temelinde, küçük Michael’in kusursuz Latince’sinin öğretmenlerinden bile daha iyi olması yatıyordu. Montaigne, küçük yaşlardan başlayarak, Ovid, Tacitus, Sezar, Diogenes Laertius, Sokrates, Plutarchos, Seneca, Lucretius, Platon gibi filozofların eserlerini okudu ve onlardan çok etkilendi. Ana dili gibi konuşup yazabildiği Latince, bu büyük filozofları kendi dillerinde okuma ve anlama fırsatını ona sunmuştu. Bu eserleri çocuk denecek yaşta okuyup hatmetmesi asla bir tesadüf değildi. Küçük bir derebeyi olan Montaigne’in babası, bir ebeveynde az görülecek bir kararlılıkla, Micheal’in tüm eğitimini ve sosyal yaşamını büyük bir dikkat ve disiplinle planlamış ve ortaya, ondan sonra gelen düşün adamlarını ve kuşakları etkileyecek denemeler’i yazan dahi filozof ortaya çıkmıştır. Montaigne, henüz 13 yaşında iken, Bordeux’da felsefe okumaya başladı. Bordeux’da isyan çıkınca 2 yıl sonra hukuk fakültesine yazıldı. 1558’de can dostu La Boetie ile tanıştı. 1559’da, 36 yaşında iken en çok seveceği, Denemeler’inde sıklıkla konusunu edeceği Plutarchos’un ‘Hayatlar’ isimli kitabını okumaya başladı. 1563’te çok sevdiği dostu La Boetie öldü, Montaigne derin bir yasa düştü. 1565’te Françoise la Chassagne’la evlendi. 1568’te babası ölünce, Micheal, Montaigne çiftliğinin sahibi oldu. 1570 yılında sulh hakimliği görevini satarak –böyle görevlerin satılması o dönemde normaldi- emekliye ayrıldı ve malikanesine çekilerek yuvarlak bir kulenin üçüncü katında bulunan kütüphanesine kapandı. 1572’de ‘Denemeler’ini yazmaya başladı. 1580’de ‘denemeler’ iki cilt halinde ilk defa basıldı. Paris’e gidip krala kitabını sundu. Kral kitabı çok beğendi. Evine döndükten sonra Montaigne, Bordeux belediye başkanı oldu ve ‘denemeler’i birçok eklemelerle yeniden bastırdı. 1591’de Montaigne’in bir kızı oldu. 1592’de, 59 yaşındayken öldü.
Montaigne sonradan çok sevdiği ve ‘Büyük İskender’den bile daha önemli saydığı’ Sokrates gibi bir humanistti, ve humanistler doğanın bilgisini değil, insanın kendi bilgisini önemli buluyorlardı. Yunan filozof Protagoras’ın şu özdeyişinden alıntı yapmaktan hoşlanıyorlardı: ‘Tüm şeylerin, olan şeylerin, olduğu gibi olan şeylerin, olmayan şeylerin, olduğu gibi olmayan şeylerin ölçüsü insandır’.
İnsanın içinde bulunduğu dünyayı tanımasının tek yolunun, önce kendini tanıması olduğunu söylemiş, ilk olarak kendini adamakıllı tanımaya çalışarak ve bu serüveni bizlerle paylaşarak mesajını bizlere ulaştırabilmiş Montaigne. İnsanın yalnızca kendiyle yetinmesi gerektiğini bakın ne hoş dile getirmiş: ‘Kendi varlığından dürüstçe yararlanmayı bilmek, tanrısallık gibi salt bir yetkinliktir. Biz kendi koşullarımızı bilmediğimiz için, başka koşullar arıyoruz. Kendi içimizde ne olduğunu bilmediğimiz için, dışarı çıkıyoruz. Cambaz ayaklarıyla da yürüyebilir, ama o zaman bile kendi bacaklarımız üzerinde yürümemiz gerekiyor. Dünyanın en yüksek tahtı üzerinde de olsak, yine kendi kıçımızın üzerinde oturuyoruz. Benim zevkime göre dünyanın en güzel yaşamı, mucizeden ve aşırılıktan uzak, ortak insan ölçülerine uyan yaşamdır.’
Denemeler’inin başında okuyucusuna, ‘ Kitabımın konusu benim; beni sade, doğal ve sıradan bir insan halimle görün diye yazdım, ancak boş zamanlarını bu kadar havaice ve boş şeyler için harcaman akıllıca olmaz. Öyleyse, hoşça kal.’ diyen başka bir yazar daha var mıdır bu dünyada?
Montaigne felsefe yapmak için değil, yaşamak için düşünür diyenler, hem haklıdır, hem de haksızdır. O aklı ve bilgeliği her zaman üstün tutmuş ve övmüş, ancak yalınlığa da aynı ölçüde değer vermiştir. Bu konuda söylediği şu sözler dikkat çekicidir: ‘Eğer benim Denemeler’im yargılamaya değer olsaydı, sıradan ve bayağı kafaların pek hoşuna gitmezdi; benzer şekilde, bireysel ve üstün kafaların da hoşuna gitmezdi. Çünkü birinciler pek anlayamayacağı gibi, ikinciler de fazla anlam verirdi. Bu Denemeler iki uç arasında yaşayıp gidebilirler.’
Montaigne, çok doğal olarak bir okuma tutkunuydu. Klasikleri ve kendi döneminin kültürünü çok iyi tanıyordu. Onun Denemeler’i için, Yunan ve Latin klasiklerinin yeniden gözden geçirilmesidir diyebiliriz. Biz Denemeler’i okurken, gerçekte klasikler dünyasında geziniriz.
Montaigne, bir konu hakkında yazarken, düşünceden düşünceye, bir filozoftan diğerine atlar, ancak bunu öyle ustalıkla ve hoş bir üslupla yapar ki, yüzyıllar arasında gidip gelen bir zaman makinesinde olmak, herhalde ancak bu yazıları okumak kadar zevkli olabilir. Kitabın bir yerinde savunduğunu, diğer bölümde şüpheyle didikler. Bütün olarak bakıldığında, Montaigne aslında çoğu kez anlaşılmazdır; neye karşı olduğunu görmek kolay, ama neden yana olduğunu anlamak zordur.
Alçakgönüllü olmak pek de O’na göre değildir. Denemeler’inde şöyle der: ‘İnsanın kendi değerini olduğundan daha az göstermesi, alçakgönüllülük değil, aptallıktır. Aristoteles’e göre insanın kendine değerinden daha az paha biçmesi, zayıflık ve korkaklıktır.’
Ancak yukardakine karşıt fikirler de sunar: ‘Dünyadaki tüm aptallıklar arasında, en yaygın biçimde kabul edilen ve en evrensel olan aptallık, şan ve şöhret kaygısıdır’.
Montaigne, fikirlerle dans eder, ve bu fikirlerin arasında ustaca paradokslar yaratarak okurun dimağının da kendisininki gibi çalışıp üretmesine fırsat verir. Örneğin, Montaigne’in kitabının Yunanca ve Latince alıntılarla tıka basa dolu olması, ama yine de, genellemelerin imkansız olduğunu ve hatta ‘dünyada tıpatıp iki saç teli ya da iki tahıl tanesinin olmaması gibi, hiçbir zaman tıpatıp aynı fikrin de bulunmadığını’ savunması gibi.
Montaigne, aklın birbirinden ayrı gerçeklere bir gerekçe bulabileceğini, aklın iki kulplu bir kap olduğunu ve iki yanından da tutulabileceğini söyler. Bunu şu eski hikaye ile örnekler: ‘Diogenes lahana yıkıyordu, Aristippus’un yoldan geçtiğini görünce, ona seslendi: ‘Lahana ile beslenmesini bilseydin, bir tirana yaltaklanmazdın.’ Bunun üzerine Aristippus yanıt verdi: ‘ Eğer insanlar arasında yaşamasını bilseydin, burada lahana yıkamayacaktın.’’
Büyük filozof, insanoğlunu oldukça kendini beğenmiş ve kırılgan bulur. İnsanın kendine tanrısal koşulları layık görmesi ve diğer yaratıkları kendi kitlesinden ayırıp başka bir sınıfa koyması, kendini onlardan (örneğin, hayvanlardan) üstün tutması ona gülünç gelir. Bu duygusunu şu sözlerle dile getirir: ‘Ben kedimle oynadığım zaman, benim onunla zaman geçirmemden çok onun benimle eğlenmediğini nasıl bileyim?’
İnsanlararası eşitsizliği de küçümser ve şöyle der: ‘İmparatorlarla ayakkabıcıların ruhu aynı hamurdan yapılmıştır.’
Montaigne’in tüm derdi anlamaktır, yoksa bizlere bir şeyler anlatmak değil. Filozofumuz, bireysel olarak doğru dürüst bir insan olmaya çalışır, yoksa dünyayı kurtarmaya kalkışmaz.
‘Eğer diğer insanlar da, benim yaptığım gibi kendilerine bakacak olurlarsa, onlar da kendilerinde yalnız boşluk ve aptallık bulacaklardır. Ben kendimden kurtulmadan bunlardan kurtulamam.’
Başka insanlar konusunda ahkam kesmemeğe çalışır, olayları ve insanları objektif bir gözle değerlendirmeye gayret eder. Zaten başka insanları değerlendirmek pek de herkesin harcı değildir O’na göre: ‘Platon, başka birinin ruhunu incelemek isteyen bir insanda üç yön arıyor: Bilgi, iyilik ruhu ve yüreklilik.’
Montaigne aynı zamanda, neredeyse saplantı derecesinde değişimin de farkındadır. Çocukluğunda okuduğu Ovid’in Metamorfozlar kitabını örnek alırcasına, değişim, Denemeler’in esas teması olmuştur. Bir yerinde şöyle der: ‘Hikayemi saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da
değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,
kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba
benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı
bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden
ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç
ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle
kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’
Montaigne, tüm yaşamı boyunca acısını çektiği böbrek taşları dışında pek de önemli bir hastalığa tutulmadığı halde doktorlardan ve tıptan hiç hoşlanmaz! Bu düşüncesini şu alıntıyı yaparak sağlamlaştırır: ‘Bir Ispartalıya soruyorlar: Bu kadar uzun ömürlü olmanı neye borçlusun?’ – ‘Doktorlardan uzak kalmaya yanıtını veriyor’.
Montaigne’in bir dostu olan Pasquier onun hakkında şu kanıya varmıştı: Montaigne, kendisini zekası tarafından sürüklenmeye bırakarak okurla ve muhtemelen kendisiyle de alay eden cesur bir insandı.
Son olarak, Voltaire’in onun hakkında yazdığı dizelerle bitirmek istiyorum:
‘Montaigne, o hoş sohbet insan
Bazen derin, bazen sudan
Şüphe etmesini bilmiş
Burnu bile kanamadan
Kelli felli softalarla
Alay etmiş sakınmadan.’
Kaynaklar:
1 Montaigne- Düşüncenin Ustaları. Peter Burke.
2 Denemeler (Cilt 1, 2, 3, 4). Michael de Montaigne.
Plinius.
(Kesin bir şey varsa, o da hiçbir şeyin kesin olmadığıdır; insandan daha acınası, daha kendini beğenmiş bir şey yoktur.)
Michael de Montaigne, Denemeler’ini yazmaya başladığı büyük kütüphanesinin kirişlerine elli adet özdeyiş yazdırmıştı, bunlardan biri olan yukarıdaki sözler, onun tüm evrene bakışını özetliyor.
Montaigne hakkında yazmaya başladığımda ilk aklıma gelen şey, onun hakkında yazacağım ne varsa, zaten Denemeler’inde kendisinin de anlattığı şeyler olacağıydı. Şimdi bu yazıda, Montaigne'den yapacağım her seçme, ister istemez keyfime göre ve eksik olacak. Burada okuyacaklarınızın tümü, Denemeler'in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir. Montaigne'in bahçesinden her geçişte, her insan çok değişik demetler
yapabilir..
Montaigne gibi büyük bir düşünürü anlayabilmek için, öncelikle nasıl yaşadığını bilmek gerek sanırım. Biraz bahsedeyim: Michael de Montaigne, asil bir ailenin ilk çocuğu olarak, 1533 yılında doğdu. 2 yaşından itibaren, Fransızca bilmeyen Horstanus adında bir Alman tarafından sürekli Latince konuşularak eğitilmeye başlandı. Bunun bir sonucu olarak, diğer çocukların şövalyelik masalları okudukları yaşta, Montaigne eğlenmek için Ovid’in Metamorfozlar’ını okuyordu. 6 yaşında Fransa’nın en iyi kolejlerinden birine girdi ve burada ‘hocaların hocası’ lakabıyla tam 7 yıl eğitim gördü. Bu lakabın temelinde, küçük Michael’in kusursuz Latince’sinin öğretmenlerinden bile daha iyi olması yatıyordu. Montaigne, küçük yaşlardan başlayarak, Ovid, Tacitus, Sezar, Diogenes Laertius, Sokrates, Plutarchos, Seneca, Lucretius, Platon gibi filozofların eserlerini okudu ve onlardan çok etkilendi. Ana dili gibi konuşup yazabildiği Latince, bu büyük filozofları kendi dillerinde okuma ve anlama fırsatını ona sunmuştu. Bu eserleri çocuk denecek yaşta okuyup hatmetmesi asla bir tesadüf değildi. Küçük bir derebeyi olan Montaigne’in babası, bir ebeveynde az görülecek bir kararlılıkla, Micheal’in tüm eğitimini ve sosyal yaşamını büyük bir dikkat ve disiplinle planlamış ve ortaya, ondan sonra gelen düşün adamlarını ve kuşakları etkileyecek denemeler’i yazan dahi filozof ortaya çıkmıştır. Montaigne, henüz 13 yaşında iken, Bordeux’da felsefe okumaya başladı. Bordeux’da isyan çıkınca 2 yıl sonra hukuk fakültesine yazıldı. 1558’de can dostu La Boetie ile tanıştı. 1559’da, 36 yaşında iken en çok seveceği, Denemeler’inde sıklıkla konusunu edeceği Plutarchos’un ‘Hayatlar’ isimli kitabını okumaya başladı. 1563’te çok sevdiği dostu La Boetie öldü, Montaigne derin bir yasa düştü. 1565’te Françoise la Chassagne’la evlendi. 1568’te babası ölünce, Micheal, Montaigne çiftliğinin sahibi oldu. 1570 yılında sulh hakimliği görevini satarak –böyle görevlerin satılması o dönemde normaldi- emekliye ayrıldı ve malikanesine çekilerek yuvarlak bir kulenin üçüncü katında bulunan kütüphanesine kapandı. 1572’de ‘Denemeler’ini yazmaya başladı. 1580’de ‘denemeler’ iki cilt halinde ilk defa basıldı. Paris’e gidip krala kitabını sundu. Kral kitabı çok beğendi. Evine döndükten sonra Montaigne, Bordeux belediye başkanı oldu ve ‘denemeler’i birçok eklemelerle yeniden bastırdı. 1591’de Montaigne’in bir kızı oldu. 1592’de, 59 yaşındayken öldü.
Montaigne sonradan çok sevdiği ve ‘Büyük İskender’den bile daha önemli saydığı’ Sokrates gibi bir humanistti, ve humanistler doğanın bilgisini değil, insanın kendi bilgisini önemli buluyorlardı. Yunan filozof Protagoras’ın şu özdeyişinden alıntı yapmaktan hoşlanıyorlardı: ‘Tüm şeylerin, olan şeylerin, olduğu gibi olan şeylerin, olmayan şeylerin, olduğu gibi olmayan şeylerin ölçüsü insandır’.
İnsanın içinde bulunduğu dünyayı tanımasının tek yolunun, önce kendini tanıması olduğunu söylemiş, ilk olarak kendini adamakıllı tanımaya çalışarak ve bu serüveni bizlerle paylaşarak mesajını bizlere ulaştırabilmiş Montaigne. İnsanın yalnızca kendiyle yetinmesi gerektiğini bakın ne hoş dile getirmiş: ‘Kendi varlığından dürüstçe yararlanmayı bilmek, tanrısallık gibi salt bir yetkinliktir. Biz kendi koşullarımızı bilmediğimiz için, başka koşullar arıyoruz. Kendi içimizde ne olduğunu bilmediğimiz için, dışarı çıkıyoruz. Cambaz ayaklarıyla da yürüyebilir, ama o zaman bile kendi bacaklarımız üzerinde yürümemiz gerekiyor. Dünyanın en yüksek tahtı üzerinde de olsak, yine kendi kıçımızın üzerinde oturuyoruz. Benim zevkime göre dünyanın en güzel yaşamı, mucizeden ve aşırılıktan uzak, ortak insan ölçülerine uyan yaşamdır.’
Denemeler’inin başında okuyucusuna, ‘ Kitabımın konusu benim; beni sade, doğal ve sıradan bir insan halimle görün diye yazdım, ancak boş zamanlarını bu kadar havaice ve boş şeyler için harcaman akıllıca olmaz. Öyleyse, hoşça kal.’ diyen başka bir yazar daha var mıdır bu dünyada?
Montaigne felsefe yapmak için değil, yaşamak için düşünür diyenler, hem haklıdır, hem de haksızdır. O aklı ve bilgeliği her zaman üstün tutmuş ve övmüş, ancak yalınlığa da aynı ölçüde değer vermiştir. Bu konuda söylediği şu sözler dikkat çekicidir: ‘Eğer benim Denemeler’im yargılamaya değer olsaydı, sıradan ve bayağı kafaların pek hoşuna gitmezdi; benzer şekilde, bireysel ve üstün kafaların da hoşuna gitmezdi. Çünkü birinciler pek anlayamayacağı gibi, ikinciler de fazla anlam verirdi. Bu Denemeler iki uç arasında yaşayıp gidebilirler.’
Montaigne, çok doğal olarak bir okuma tutkunuydu. Klasikleri ve kendi döneminin kültürünü çok iyi tanıyordu. Onun Denemeler’i için, Yunan ve Latin klasiklerinin yeniden gözden geçirilmesidir diyebiliriz. Biz Denemeler’i okurken, gerçekte klasikler dünyasında geziniriz.
Montaigne, bir konu hakkında yazarken, düşünceden düşünceye, bir filozoftan diğerine atlar, ancak bunu öyle ustalıkla ve hoş bir üslupla yapar ki, yüzyıllar arasında gidip gelen bir zaman makinesinde olmak, herhalde ancak bu yazıları okumak kadar zevkli olabilir. Kitabın bir yerinde savunduğunu, diğer bölümde şüpheyle didikler. Bütün olarak bakıldığında, Montaigne aslında çoğu kez anlaşılmazdır; neye karşı olduğunu görmek kolay, ama neden yana olduğunu anlamak zordur.
Alçakgönüllü olmak pek de O’na göre değildir. Denemeler’inde şöyle der: ‘İnsanın kendi değerini olduğundan daha az göstermesi, alçakgönüllülük değil, aptallıktır. Aristoteles’e göre insanın kendine değerinden daha az paha biçmesi, zayıflık ve korkaklıktır.’
Ancak yukardakine karşıt fikirler de sunar: ‘Dünyadaki tüm aptallıklar arasında, en yaygın biçimde kabul edilen ve en evrensel olan aptallık, şan ve şöhret kaygısıdır’.
Montaigne, fikirlerle dans eder, ve bu fikirlerin arasında ustaca paradokslar yaratarak okurun dimağının da kendisininki gibi çalışıp üretmesine fırsat verir. Örneğin, Montaigne’in kitabının Yunanca ve Latince alıntılarla tıka basa dolu olması, ama yine de, genellemelerin imkansız olduğunu ve hatta ‘dünyada tıpatıp iki saç teli ya da iki tahıl tanesinin olmaması gibi, hiçbir zaman tıpatıp aynı fikrin de bulunmadığını’ savunması gibi.
Montaigne, aklın birbirinden ayrı gerçeklere bir gerekçe bulabileceğini, aklın iki kulplu bir kap olduğunu ve iki yanından da tutulabileceğini söyler. Bunu şu eski hikaye ile örnekler: ‘Diogenes lahana yıkıyordu, Aristippus’un yoldan geçtiğini görünce, ona seslendi: ‘Lahana ile beslenmesini bilseydin, bir tirana yaltaklanmazdın.’ Bunun üzerine Aristippus yanıt verdi: ‘ Eğer insanlar arasında yaşamasını bilseydin, burada lahana yıkamayacaktın.’’
Büyük filozof, insanoğlunu oldukça kendini beğenmiş ve kırılgan bulur. İnsanın kendine tanrısal koşulları layık görmesi ve diğer yaratıkları kendi kitlesinden ayırıp başka bir sınıfa koyması, kendini onlardan (örneğin, hayvanlardan) üstün tutması ona gülünç gelir. Bu duygusunu şu sözlerle dile getirir: ‘Ben kedimle oynadığım zaman, benim onunla zaman geçirmemden çok onun benimle eğlenmediğini nasıl bileyim?’
İnsanlararası eşitsizliği de küçümser ve şöyle der: ‘İmparatorlarla ayakkabıcıların ruhu aynı hamurdan yapılmıştır.’
Montaigne’in tüm derdi anlamaktır, yoksa bizlere bir şeyler anlatmak değil. Filozofumuz, bireysel olarak doğru dürüst bir insan olmaya çalışır, yoksa dünyayı kurtarmaya kalkışmaz.
‘Eğer diğer insanlar da, benim yaptığım gibi kendilerine bakacak olurlarsa, onlar da kendilerinde yalnız boşluk ve aptallık bulacaklardır. Ben kendimden kurtulmadan bunlardan kurtulamam.’
Başka insanlar konusunda ahkam kesmemeğe çalışır, olayları ve insanları objektif bir gözle değerlendirmeye gayret eder. Zaten başka insanları değerlendirmek pek de herkesin harcı değildir O’na göre: ‘Platon, başka birinin ruhunu incelemek isteyen bir insanda üç yön arıyor: Bilgi, iyilik ruhu ve yüreklilik.’
Montaigne aynı zamanda, neredeyse saplantı derecesinde değişimin de farkındadır. Çocukluğunda okuduğu Ovid’in Metamorfozlar kitabını örnek alırcasına, değişim, Denemeler’in esas teması olmuştur. Bir yerinde şöyle der: ‘Hikayemi saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da
değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,
kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba
benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı
bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden
ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç
ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle
kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’
Montaigne, tüm yaşamı boyunca acısını çektiği böbrek taşları dışında pek de önemli bir hastalığa tutulmadığı halde doktorlardan ve tıptan hiç hoşlanmaz! Bu düşüncesini şu alıntıyı yaparak sağlamlaştırır: ‘Bir Ispartalıya soruyorlar: Bu kadar uzun ömürlü olmanı neye borçlusun?’ – ‘Doktorlardan uzak kalmaya yanıtını veriyor’.
Montaigne’in bir dostu olan Pasquier onun hakkında şu kanıya varmıştı: Montaigne, kendisini zekası tarafından sürüklenmeye bırakarak okurla ve muhtemelen kendisiyle de alay eden cesur bir insandı.
Son olarak, Voltaire’in onun hakkında yazdığı dizelerle bitirmek istiyorum:
‘Montaigne, o hoş sohbet insan
Bazen derin, bazen sudan
Şüphe etmesini bilmiş
Burnu bile kanamadan
Kelli felli softalarla
Alay etmiş sakınmadan.’
Kaynaklar:
1 Montaigne- Düşüncenin Ustaları. Peter Burke.
2 Denemeler (Cilt 1, 2, 3, 4). Michael de Montaigne.
UYANIŞLAR
Irwin Yalom’un son kitabı olan ‘Ölümle yüzleşmek-Güneşe bakmak’’ı (Kabalcı Yayınları, 2008) okurken çok çeşitli duygulanımlar yaşadım. Usta yazar Yalom, kendi olası ölümünü dimağında analiz edip yoğururken, biz okurları da adeta kendi ölümlerimizle ‘yüzleşmeye’ davet ediyordu.
Henüz genç sayılabilecek bir yaşta olduğumdan, garip bir huzursuzluk hissiyle ve ölüm duygusuyla karşı karşıya gelmeye hazır hissetmeden okudum kitabı. Genel olarak, bir kitabı okuyup bitirdikten hemen sonra, kitaptan ne tip kazanımlarım olduğunu hep tartışırım kendimle. Ve mutlaka bir şeyler yakalarım, anlamlar dizelerin arkasına ne kadar saklansalar da.. Bu kitaptan da çok önemli bir kazanımım olduğunu geçen Cumartesi günü anladım…
Fikir kimden çıkmıştı hiç hatırlamıyorum; iki hafta önce, eski arkadaşlarımla bir gezi tertiplemeye karar verdik. Çeşme’ye gidip, eski günleri yadetmeye ve kumru yemeye tabii ki kimse hayır diyememişti. Sabah büyük bir sevinçle yataktan kalktım ve buluşma noktasına gittim, bir arkadaşımız hepimizi arabasıyla alacak ve yola koyulacaktık. Yolda nefis bir kahvaltı yaptık; mekan yol kenarında, çamların arasında idi ve bize hazırlanan, tamamen doğal ürünlerden üretilmiş bir sofraydı. Gülüp konuşuyorduk, ama gene de herkeste bir durgunluk seziyordum, ama bunun sabah mahmurluğu ile ilişkili olabileceğini düşünüp üzerinde durmadım.
Neşeliydim, eski günlerdeki gibi bir aradaydık işte! Esprileri salvolar halinde çevreme savuruyor, ama beklediğim kahkahaları kah alıyor, kah alamıyordum; kahkahalar sanki ‘pause’ tuşuna basılmış gibi birden kesiliyordu. Bir şeyler yolunda gitmiyordu ama ne?.. Çeşme’ye vardık. Güzelim Çeşme, cam gibi net görüntüsü, iyonların o müthiş sihirli karışımından oluşan havasıyla ciğerlerimizi doldurdu. Ne hoş bir karşılaşma! Hemen eski günlerdeki gibi, fotoğraflar çekmeye başladım, amacım bu güzel bir araya gelmeyi ve Çeşme’nin nefis görüntülerini aynı karelere yerleştirmekti, ama o da ne? Sanki ben hiç tanımadığım insanların fotoğraflarını çekiyordum, birden herkesin fotoğraf karelerinden kaçmaya çalıştığını fark ettim. Yüzler isteksizce kasılıyordu ben her deklanşöre bastığımda. Birden anladım, eski arkadaşlar bir aradaydık, ama kimse eskisi gibi değildi...
Herkes kendi dünyasında güvende ve mutluymuş gibi, sanki aramızda bilgisayar ekranının saydam ve ruhsuz camı varmış gibi ve sanki herkes başka yerdeymiş gibi...O zaman, ne kadar uzun bir süredir sadece telefon ve e-maillerle haberleştiğimizi düşündüm. Sanki hep birbirimizden haberdar, hep yan yana gibiydik, ama aslında değildik. Gitgide teknolojinin soğuk ve mekanik, camdan duvarları ruhlarımızı birbirinden uzaklaştırmış, ama biz fark etmemiştik…
Yalom’un da kitabında dediği gibi; bazı zamanlar vardır, bizi ‘uyandıran’, kendimize getiren, farkındalığımızı daha bir artıran…İşte bu yolculuk, onlardan biriydi. Ne kadar yalnızlaştığımızın ve birbirimizden uzaklaştığımızın kocaman bir fotoğrafıydı bu gezi…
Şu anda, bilgisayarımın başında bu yazıyı yazıyorum. Birazdan, sıra e-maillerime bakmaya gelecek, biraz ara verip dinlenmiş olacağım. Daha sonra yarım kalmış bir tabloyu Excel dosyasında hazırlayıp, ardından makale revizyonumu tamamlayacağım. Eğer şanslıysam, bu hafta arkadaşlarımdan ya da ailemden birileriyle bir yerlerde ya da evde oturup bir saat sohbet edebilirim, kendimle, onlarla, yada hayatın kendisiyle ilgili. Bir kahve içimlik zaman süresince…
Ya siz, siz en son sıcak kahvenizi, bir dostunuzla birlikte, ‘gerçek’ olaylar ve konulardan bahsederek, ne zaman içtiniz? Hatırlıyor musunuz?...
Uzm. Dr. Funda Aksu
Henüz genç sayılabilecek bir yaşta olduğumdan, garip bir huzursuzluk hissiyle ve ölüm duygusuyla karşı karşıya gelmeye hazır hissetmeden okudum kitabı. Genel olarak, bir kitabı okuyup bitirdikten hemen sonra, kitaptan ne tip kazanımlarım olduğunu hep tartışırım kendimle. Ve mutlaka bir şeyler yakalarım, anlamlar dizelerin arkasına ne kadar saklansalar da.. Bu kitaptan da çok önemli bir kazanımım olduğunu geçen Cumartesi günü anladım…
Fikir kimden çıkmıştı hiç hatırlamıyorum; iki hafta önce, eski arkadaşlarımla bir gezi tertiplemeye karar verdik. Çeşme’ye gidip, eski günleri yadetmeye ve kumru yemeye tabii ki kimse hayır diyememişti. Sabah büyük bir sevinçle yataktan kalktım ve buluşma noktasına gittim, bir arkadaşımız hepimizi arabasıyla alacak ve yola koyulacaktık. Yolda nefis bir kahvaltı yaptık; mekan yol kenarında, çamların arasında idi ve bize hazırlanan, tamamen doğal ürünlerden üretilmiş bir sofraydı. Gülüp konuşuyorduk, ama gene de herkeste bir durgunluk seziyordum, ama bunun sabah mahmurluğu ile ilişkili olabileceğini düşünüp üzerinde durmadım.
Neşeliydim, eski günlerdeki gibi bir aradaydık işte! Esprileri salvolar halinde çevreme savuruyor, ama beklediğim kahkahaları kah alıyor, kah alamıyordum; kahkahalar sanki ‘pause’ tuşuna basılmış gibi birden kesiliyordu. Bir şeyler yolunda gitmiyordu ama ne?.. Çeşme’ye vardık. Güzelim Çeşme, cam gibi net görüntüsü, iyonların o müthiş sihirli karışımından oluşan havasıyla ciğerlerimizi doldurdu. Ne hoş bir karşılaşma! Hemen eski günlerdeki gibi, fotoğraflar çekmeye başladım, amacım bu güzel bir araya gelmeyi ve Çeşme’nin nefis görüntülerini aynı karelere yerleştirmekti, ama o da ne? Sanki ben hiç tanımadığım insanların fotoğraflarını çekiyordum, birden herkesin fotoğraf karelerinden kaçmaya çalıştığını fark ettim. Yüzler isteksizce kasılıyordu ben her deklanşöre bastığımda. Birden anladım, eski arkadaşlar bir aradaydık, ama kimse eskisi gibi değildi...
Herkes kendi dünyasında güvende ve mutluymuş gibi, sanki aramızda bilgisayar ekranının saydam ve ruhsuz camı varmış gibi ve sanki herkes başka yerdeymiş gibi...O zaman, ne kadar uzun bir süredir sadece telefon ve e-maillerle haberleştiğimizi düşündüm. Sanki hep birbirimizden haberdar, hep yan yana gibiydik, ama aslında değildik. Gitgide teknolojinin soğuk ve mekanik, camdan duvarları ruhlarımızı birbirinden uzaklaştırmış, ama biz fark etmemiştik…
Yalom’un da kitabında dediği gibi; bazı zamanlar vardır, bizi ‘uyandıran’, kendimize getiren, farkındalığımızı daha bir artıran…İşte bu yolculuk, onlardan biriydi. Ne kadar yalnızlaştığımızın ve birbirimizden uzaklaştığımızın kocaman bir fotoğrafıydı bu gezi…
Şu anda, bilgisayarımın başında bu yazıyı yazıyorum. Birazdan, sıra e-maillerime bakmaya gelecek, biraz ara verip dinlenmiş olacağım. Daha sonra yarım kalmış bir tabloyu Excel dosyasında hazırlayıp, ardından makale revizyonumu tamamlayacağım. Eğer şanslıysam, bu hafta arkadaşlarımdan ya da ailemden birileriyle bir yerlerde ya da evde oturup bir saat sohbet edebilirim, kendimle, onlarla, yada hayatın kendisiyle ilgili. Bir kahve içimlik zaman süresince…
Ya siz, siz en son sıcak kahvenizi, bir dostunuzla birlikte, ‘gerçek’ olaylar ve konulardan bahsederek, ne zaman içtiniz? Hatırlıyor musunuz?...
Uzm. Dr. Funda Aksu
ASTROLOJİ ÇÜRÜTÜLDÜ KİTABI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Geçen ay Merkür geri giderken posta yoluyla istediğim ve zorlukla elime geçen, Lawrence E. Jerome adlı bilim yazarının 1977 yılında yazmış olduğu, fakat dilimize Prof. Rennan Pekünlü'nün çevirisi ile henüz çevrilmiş olan (Şubat 2009, baskı tarihi) ''Astroloji Çürütüldü'' adlı kitabı dün tamamladım. İşlerden çok fırsat olmadığı için kitabının çoğu bölümünü tatilde okudum. Tatil sırasında üzerine düşünme fırsatım da oldu sayılır. Kitabı okurken kah kafamın tası atıp söylendim, sinirlendiğim bölümleri işaretleyip yanıbaşına alaylı notlar aldım vs vs. Yine de böyle bir kitabı okumak keyifliydi, en azından inandığın birşeyin ne kadar doğru ya da yanlış olabileceğini test etme fırsatı bir anlamda bu.
Kitap hakkındaki genel fikrim (naçizane tabii..), çoğunlukla doğru bir temel fikir üzerine oturmuş olduğu, ancak pek taraflı bir bakış açısına sahip olduğu.
Eğer kitabı yazan kişi biraz zahmet edip astrolojiyi doğru düzgün öğrenmeye çalışsaydı, daha az taraflı olur ve dimağında daha az önyargı barındıracağından, çok daha etkili söylemli bir kitap ortaya çıkarırdı sanıyorum. Direkten dönmüş, çok şükür ki.
Astrolojinin yersiz ve kötüye kullanımına ilişkin endişelerini haklı buldum, hatta bence astroloji öğrenmek ve uygulamak için kesinlikle bir çeşit ehliyet verilmesi gerekli, tıpkı cadelerde araba kullanmak için olduğu gibi (çünkü bunda da insan ezme tehlikesi var işin gerçeği!!).
Kitap astrolojinin tarihçesi ile başlıyor, ancak başlamadan önce fikrimize ilk okunu saplıyor: ''Unutulmamalıdır ki, astroloji bir büyü dizgesidir''. Tarihçe oldukça güzel ve ayrıntılı idi, pekçok bilmediğim şey öğrendim, örneğin astrolojinin tüm dünyada eşzamanlı ve tamamen birbirinden bağımsız olarak geliştiği gibi. Ancak, astrolojinin Rönesans Avrupası'ndaki gelişimini anlatırken Kepler'in aslında astrolojiye inanmadığı gibi bir bilgi verildikten sonra, kendisinin saray astroloğu olduğu ve dahi doğduğunda varolan bu büyü dizgesinin etkisinden kurtulamadığı gibi birbiriyle çelişen tümceler vardı. O derece büyük bir dehanın dizginlenebileceğine ve inanmadığı bir şeyi yapacağına inanmak için biraz saf olmak lazımdır sanıyorum:)
Kitabı yazan kişi bir yerde o kadar ileri gitmiş ki, hayretler içinde kaldım:''Kepler Yunanlıların 'Kürelerin Uyumu' kavramını gezegen devinimlerine ilişkin kuramına yamayabilmek için yıllarını boşuna harcadı!!''. Ne kadar boyunu ve haddini aşan bir söz!
''Roger Bacon usa yatkın bir astroloji geliştirebilmek için bilimsel yeteneğini bu yolda tüketti'' diyor hemen arkasından da. Yazarımız kendini tutamayıp Shakespeare'e de laf atıyor: ''Shakespeare'in üstün yeteneğinin, astrolojinin etkisi altına girmeseydi, daha zengin benzetmeler, dilde daha renkli biçemler yaratabileceğini savunabiliriz''.
Kitapta ilgimi çeken fakat anlayamadığım bir bölüm var: Kepler'in ilk evren modeli. Burada Kepler, Satürn ve Jüpiter yörüngeleri arasına bir küp; Mars ile Yer arasına dodecadron;Venüs ile Merkür arasına Octahedron vs yerleştirmiş, bunun mantığı neydi acaba??
Kitapta Nazi astrolog- matematikçisi Karl Ernst Krafft üzerine çok detaylı bilgiler var, çok başarılı bir matematikçi olan Krafft, doğruluğu gittikçe artan öngörüleriyle Hitler'in bile gözüne girmeyi başarmış, savaşta İngilizler'e karşı çok önemli psikolojik bir caydırma uygulamış. Ancak yeteneğini Nazilerin felaketlerini tahmin etme ve Hitler'e uygulanacak suikastları ifşa etme şeklinde kullanmaya başlayınca hapse atılmış ve işkence görmüş. Hayatı da hapisanede son bulmuş (buraları okurken, aaba kendi sonunu da öngördü mü diye düşünmekten kendimi alamadım..).
Jerome, kitabın bir yerinde astroloğun başarısını iki nedene bağlıyor:
1. Astrolojinin günümüze dek yokolmadan gelmesinde rastlantısallık büyük rol oynamıştır. Rastlantısal olarak gerçekleşen bir öngörü, inann kişinin subjektif usunda inanılmaz derecede abartılacaktır.
2. Başarılı öngörülerde bulunmanın ve horoskop haritasından müşterinin kişiliğinin okunmasının bir ''sırrı'' vardır. Başarılı astrologların çoğunun bilinçsiz olarak, yalnızca birkaçının da bilinçli olarak öğrendiği bir hile, bir üçkağıt vardır br /> Bu arada, Lee Ratzan isimli bir araştırmacının, yeni doğmakta olan bir bebek üzerine 1 sn boyunca etki eden çekimsel kuvvetler üzerine yaptığı araştırma sonuçlarını ilginç buldum. Araştırma sonucu şöyleydi: 3.4 kg olan bebeğe 15 cm uzakta bulunan 100 kg ağırlığındaki bir kadın-doğum doktorunun (neden bu denli yüksek bir ağırlık seçildi, bu biraz taraflı bir seçim gibi görünmekte!) uyguladığı çekim kuvveti yanında, gezegenlerin uyguladığı çekim kuvvetinin boşlanabilecek denli az olduğu gösterildi. Çekim kuvvetleri şöyle sıralanıyordu:
Merkür .37e-08
Venüs .55e-07
Mars .32e-08
Jüpiter .82e-06
Satürn .71e-07
Uranüs .26e-08
Neptün .13e.08
Pluto .39e-10
Ay .11e-03
Doktor 1 metre .22e-07
Doktor 0.5 metre .90e-07
Kitabın haklı olduğunu düşündüğüm cümlelerinden bazıları: '' Kuramsal olarak astroloji tamamen geçersizdir. Astrolojinin fiziksel gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak bir tartışma konusu olarak astroloji uygarlığın evriminde önemli bir rol oynadı.''
Tarihteki en ünlü başarılı öngörü, Roma imparatorluğu sırasında ünlü bir astrolog olan Sulla'nın, Julius Caesar'ın ölümcül 15 Mart günü senato toplantısına girmeden önce öldürülmesine ilişkin öngörüsüymüş. Jerome, bunu Sulla'nın Caesar'ı uyarmak için yaptığını iddia ediyor. Kimbilir?..Diğer bir başarılı öngörü de yine Hitler'e 1939 yılında yapılan bombalı suikastla ilgili, Krafft bu öngörüden sonra gücünün doruğuna ulaşmış.
1186 yılında gezegenlerin Terazi burcunda toplanmasıyla ve 1962 yılında Kova burcunda toplanmasıyla ilgili felaket öngörülerinin çıkmaması da tarihteki en ünlü başarısız olmuş öngörülermiş.
1920'li ve 1930'lku yıllarda Moskova Üniversitesi'nde Prof. Tchijevsky Güneş lekelerinin salgın hastalıklardan, savaşlardan ve sosyal devrimlerden sorumlu tutulabileceğini göstermiş. Ancak o dönemin lideri Stalin bu toplumsal olayları kozmik kuvvetlerle açıklamaya çalışan bilim adamının bu çalışmalarına çok olumsuz bakmış. Yazar Jerome burada, istatistiksel çalışmalarının çoğunun yanlış uygulanmış olduğunu, doğru uygulanmış olanlarının sonuçlarınınsa boş çıktığını söylüyor. Sık yapılan istatistiksel yanlışlardan birinin örnek sayısını az tutmak olduğunu iddia ediyor ki, bilimsel anlamda n=>30 olduğunda istatistiksel olarak topluluğun geneli hakkında bilgimiz olabilir. Bana öğretilen bu en azından. Yazar burada astroloji karşıtlığının uçlarında dolaştığından, okuyucuya bence eksik bilgi veriyor. Kendi verdiği örnekte 10.000 astronot kişi içinde 1000 tanesinin Koç olması durumunda astronotlar Koç burcundan çıkıyor diyebileceğimizi öngörmüş, ancak bu tamamen yanlış ve saptırılmış bir bilgi; çünkü istatistiksel olarak anlamlılık p değerinin 0.05'e eşit veya altında olmasıyla değerlendirilir.
Choisnard, 200 ölüm horoskobu üzerinde çalışmış ve ölüm sırasında Mars ile Güneş kavuşumunun beklenenin en az 3 katı, Satürn-Güneş kavuşumunun da beklenenin 2 katı olduğunu saptamış. Ancak değerli bir diğer araştırmacı olan ve astroloji üzerine yaptığı başarılı istatistiklerle tanınan Michael Gaugelin örnek sayısının çok az olduğunu belirtmiş ve örnek sayısının az olduğu çalışmalarda, bu tür durumların beklenenden sapmasının hiç de şaşırtıcı olmadığına işaret etmiş.
1000 adet 90 yaşındaki kişinin haritasına bakan İngiliz astrolog John Addey, geleneksel olarak kısa ömürlü olduklarına inanılan Balık''ların sayısının, yine geleneksel olarak uzun ömürlü olduğu sanılan Oğlak'lardan hiç de az olmadığını görmüş. Bu onu hayal kırıklığına uğratmış, ancak haritalara daha detaylı baktığında, 90 yaşındaki deneklerin çoğunda ''ayrılma açıları'' olduğunu saptamış. Bu istatistiksel çalışmalar temelinde yükselen yeni ''astrobiyoloji'' akımıyla coşmuş olan Addey, çocuk felci hastalarının da daha çok 12. ve 120. harmoniklerde doğma eğiliminde olduğunu göstermiş. Yazar Jerome burada 12. ve 120. harmoniklerin herhangi bir fiziksel gerçekliğe karşılık gelmesinin imkansız olduğunu söylüyor.
Krafft, 115 ünlü müzisyenin Ay-Uranüs kavuşumuna bakmış: Doğumlar Oğlak, Kova ve Balık burcunda yığılma eğilimindeymiş. Jerome burada toplam sayının az olduğuna dikkati çekiyor, ancak bence istatistiksel olarak anlamlı (n=>30). Jerome'nin bir diğer dikkati çektiği konu ise, neden bu kavuşumun Terazi, Akrep ve Yay buçlarında bulunmadığı. Yanıtını alaylı bir şekilde kendisi veriyor; çünkü bu yıllar boyunca Uranüs hiç bu burçlarda bulunmadı! Evet ama Bay Jerome, demek geldi içimden, Krafft gibi bir deha tabii ki bunun farkındadır; onun kanıtlamak istediği şey kavuşumun hangi burçlarda olduğu değil, müzisyen olmak için Ay-Uranüs kavuşumunun natal haritada tetikleyici olabileceği idi. Jerome'den bir bilgisizce saptırma daha (Onun yerinde olsam, bu kitabı yazmadan evvel, adamakıllı astroloji öğrenirdim!).
Başka bir çalışmada Krafft 2817 müzisyenin çoğunun Boğa olduğunu göstermiş. Jerome burada geleneksel olarak Boğa burcunun müzikle ilişkilendirilmediğini, bunu söyleyenin ilk kez Krafft olduğunu iddia etmiş.
Krafft bununla da yetinmeyip 1923 yılında ''Kozmozun İnsan Üzerine Olan Etkileri'' adlı bir doktora tezi yayımlamış. Ancak Cenevre'deki profesörler kariyer seçiminde gezegen etkilerine ilişkin bu tezi kabul etmemişler, ne tuhaftır ki, istatistiksel yöntemin yanlışlığını da gösterememişler.
Jerome kitabın bir yerinde şöyle emrediyor: '' Bu arada astroloji yandaşlarını ve astrologları uyaralım: astrolojinin geçersizliğini göasteren son istatistiksel sonuçları onayınız ve gezegen etkilerini araştırmaktan vazgeçiniz. Astrolojinin bilimsel temeli olamaz; çünkü astroloji bir büyü dizgesi olarak doğdu. Tanımı gereği bilimsel astroloji diye bir şey olamaz!''
Çekoslovakya'da yaşayan bir bilim adamı olan Dr. Eugene Jonas, kadınlarda maksimum üretkenliğin Ay-Güneş doğrultusunun kadının natalindekine en çok yaklaştığı anda gerçekleştiğini iddia ediyormuş, üstelik %98 başarı oranları varmış (Bu yöntemi kardeşimin arkadaşında denedik ve kızcağız 5 yıllık evlilik ve sayısız başarısız tüp bebek denemesinden sonra bu yöntemi deneyerek hamile kaldı, şu anda bebek bekliyor; tabii bu Jerome'a göre tamamen rastlantısal bir olay olurdu, ama ben onun kadar emin değilim çok şükür ki ).
Yazar Jerome, kitabın bir yerinde astrolojinin insan psikolojisi üzerine etkilerinden sözediyor ve astrolojinin uyartılmış öz hipnoz olduğunu iddia ediyor. Dediğine göre astrolog kendisine ve müşterisine bir çeşit hipnoz uyguluyormuş farkında olmadan.
Diğer yandan, Amerikalı astrolog Myra Kingsley'in müşterilerinin yaşamlarına ne denli hükmettiğini ve bazılarını depresyona kadar sürüklediğini görüyoruz Jerom'un kitapta anlattıkları boyunca, ki 2. dünya savaşında aynı şeyi Nazi astrologlardan biri, ünlü bir Alman Albay'a yapmış, adam intihara sürüklenmiş! Kingsley, müşterilerine yazgılarına boyun eğmeleri gerektiğini söylermiş, ayrıca mutsuzluklar ve acıların değişmeyeceği konusunda acı bir söylev çekermiş (Ne talihsiz insanlarmış bu kadına inananlar!).
Jerome'a göre, astrologlar, kendilerine danışan kişiye bilinçli ya da bilinçsiz olarak psikolojik sondaj yaparmış, ki bu sondaj, ehliyetsiz ellerde olduğundan karşıdaki kişinin psikolojisinde derin çözülmelere kadar gidebilen tahribatlar yaratırmış. Danışanın bilinçaltına dek inen astrolog, farkında olmadan kendi de trans durumuna geçip, ufak kişilik yarılmaları yaşarmış Ancak bu kişilik yarılmaları önemsiz boyutlarda olurmuş.
Astrolog, karşı tarafın mimiklerinde ve ses tonundaki ufak değişiklikleri bilgiye çevirebilecek denli matematiksel yeteneğe sahip olduğunda, öngörülerinin başar şansı artarmış. Oysa farkında olmadan istemsiz kasılmaları yakalayabilen dikkatli bir gözlemciymiş astrolog (!). br /> Jerome, telefon konuşmaları ile öngörü yapan başarılı astrologlar içinse şöyle diyor: ''Astrolog, müşterisiyle yaptığı telefon konuşmalarında ipuçlarını ve işaretleri bilinçdışı olarak algılamış olabilir (190 sayfa boyunca bilimsellikten söz eden bir bilim yazarı için talihsiz buldum bu sözleri , 'bilinçdışı derken neyi kastettiniz Bay Jerome?' diye yazdım bu paragrafın yanına!). İşin içinde kuşkusuz, şans ve zekice tahminde bulunmak da var. Ancak müşterisiyle telefonda konuşmadan elde ettiği yarar olmadan bu denli yüksek başarı sağlaması olanaksızdı.''
Kitabın son bölümünde de, yazar Jerome, astrolojinin istatistiksel gizi üzerine yorumlar yapmış. Ve her bireyin birbirinden farklı olduğunu savunan astrologları yalancı olarak tanımlamış. Herhangi bir Güneş burcunun, herhangi bir kişiye uygun düşme olasılığının %50 olduğunu savunmuş. Zaten bu uygun düşmezse, haritada uygun düşecek bir yükselen burç, bir Ay burcu dahi olduğunu da eklemiş. Bir haritada başarılı bir astrologun gönderme yapabileceği en az 19-20 öge olduğuna ve bunlardan en az yarısının bir kişiye uyacağını da iddia etmiş
En sonda yazar Jerome, 192 bilim insanının imzaladığı astroloji karşıtı bildiriyi de eklemiş.
Birçok yerde durup düşünmemi sağladı bu kitap ve ne iyi ki, astroloji tarihi ve araştırmaları hakkında da epey bilgim oldu. Bu anlamda kitabın yararı tartışılmaz. Bir tür bir bilgi hazinesi olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Nerede eksik olduğumuzu bilirsek, o ölçüde gücümüzü artırabiliriz sonuç olarak.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Sevgiler..
Kitap hakkındaki genel fikrim (naçizane tabii..), çoğunlukla doğru bir temel fikir üzerine oturmuş olduğu, ancak pek taraflı bir bakış açısına sahip olduğu.
Eğer kitabı yazan kişi biraz zahmet edip astrolojiyi doğru düzgün öğrenmeye çalışsaydı, daha az taraflı olur ve dimağında daha az önyargı barındıracağından, çok daha etkili söylemli bir kitap ortaya çıkarırdı sanıyorum. Direkten dönmüş, çok şükür ki.
Astrolojinin yersiz ve kötüye kullanımına ilişkin endişelerini haklı buldum, hatta bence astroloji öğrenmek ve uygulamak için kesinlikle bir çeşit ehliyet verilmesi gerekli, tıpkı cadelerde araba kullanmak için olduğu gibi (çünkü bunda da insan ezme tehlikesi var işin gerçeği!!).
Kitap astrolojinin tarihçesi ile başlıyor, ancak başlamadan önce fikrimize ilk okunu saplıyor: ''Unutulmamalıdır ki, astroloji bir büyü dizgesidir''. Tarihçe oldukça güzel ve ayrıntılı idi, pekçok bilmediğim şey öğrendim, örneğin astrolojinin tüm dünyada eşzamanlı ve tamamen birbirinden bağımsız olarak geliştiği gibi. Ancak, astrolojinin Rönesans Avrupası'ndaki gelişimini anlatırken Kepler'in aslında astrolojiye inanmadığı gibi bir bilgi verildikten sonra, kendisinin saray astroloğu olduğu ve dahi doğduğunda varolan bu büyü dizgesinin etkisinden kurtulamadığı gibi birbiriyle çelişen tümceler vardı. O derece büyük bir dehanın dizginlenebileceğine ve inanmadığı bir şeyi yapacağına inanmak için biraz saf olmak lazımdır sanıyorum:)
Kitabı yazan kişi bir yerde o kadar ileri gitmiş ki, hayretler içinde kaldım:''Kepler Yunanlıların 'Kürelerin Uyumu' kavramını gezegen devinimlerine ilişkin kuramına yamayabilmek için yıllarını boşuna harcadı!!''. Ne kadar boyunu ve haddini aşan bir söz!
''Roger Bacon usa yatkın bir astroloji geliştirebilmek için bilimsel yeteneğini bu yolda tüketti'' diyor hemen arkasından da. Yazarımız kendini tutamayıp Shakespeare'e de laf atıyor: ''Shakespeare'in üstün yeteneğinin, astrolojinin etkisi altına girmeseydi, daha zengin benzetmeler, dilde daha renkli biçemler yaratabileceğini savunabiliriz''.
Kitapta ilgimi çeken fakat anlayamadığım bir bölüm var: Kepler'in ilk evren modeli. Burada Kepler, Satürn ve Jüpiter yörüngeleri arasına bir küp; Mars ile Yer arasına dodecadron;Venüs ile Merkür arasına Octahedron vs yerleştirmiş, bunun mantığı neydi acaba??
Kitapta Nazi astrolog- matematikçisi Karl Ernst Krafft üzerine çok detaylı bilgiler var, çok başarılı bir matematikçi olan Krafft, doğruluğu gittikçe artan öngörüleriyle Hitler'in bile gözüne girmeyi başarmış, savaşta İngilizler'e karşı çok önemli psikolojik bir caydırma uygulamış. Ancak yeteneğini Nazilerin felaketlerini tahmin etme ve Hitler'e uygulanacak suikastları ifşa etme şeklinde kullanmaya başlayınca hapse atılmış ve işkence görmüş. Hayatı da hapisanede son bulmuş (buraları okurken, aaba kendi sonunu da öngördü mü diye düşünmekten kendimi alamadım..).
Jerome, kitabın bir yerinde astroloğun başarısını iki nedene bağlıyor:
1. Astrolojinin günümüze dek yokolmadan gelmesinde rastlantısallık büyük rol oynamıştır. Rastlantısal olarak gerçekleşen bir öngörü, inann kişinin subjektif usunda inanılmaz derecede abartılacaktır.
2. Başarılı öngörülerde bulunmanın ve horoskop haritasından müşterinin kişiliğinin okunmasının bir ''sırrı'' vardır. Başarılı astrologların çoğunun bilinçsiz olarak, yalnızca birkaçının da bilinçli olarak öğrendiği bir hile, bir üçkağıt vardır br /> Bu arada, Lee Ratzan isimli bir araştırmacının, yeni doğmakta olan bir bebek üzerine 1 sn boyunca etki eden çekimsel kuvvetler üzerine yaptığı araştırma sonuçlarını ilginç buldum. Araştırma sonucu şöyleydi: 3.4 kg olan bebeğe 15 cm uzakta bulunan 100 kg ağırlığındaki bir kadın-doğum doktorunun (neden bu denli yüksek bir ağırlık seçildi, bu biraz taraflı bir seçim gibi görünmekte!) uyguladığı çekim kuvveti yanında, gezegenlerin uyguladığı çekim kuvvetinin boşlanabilecek denli az olduğu gösterildi. Çekim kuvvetleri şöyle sıralanıyordu:
Merkür .37e-08
Venüs .55e-07
Mars .32e-08
Jüpiter .82e-06
Satürn .71e-07
Uranüs .26e-08
Neptün .13e.08
Pluto .39e-10
Ay .11e-03
Doktor 1 metre .22e-07
Doktor 0.5 metre .90e-07
Kitabın haklı olduğunu düşündüğüm cümlelerinden bazıları: '' Kuramsal olarak astroloji tamamen geçersizdir. Astrolojinin fiziksel gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak bir tartışma konusu olarak astroloji uygarlığın evriminde önemli bir rol oynadı.''
Tarihteki en ünlü başarılı öngörü, Roma imparatorluğu sırasında ünlü bir astrolog olan Sulla'nın, Julius Caesar'ın ölümcül 15 Mart günü senato toplantısına girmeden önce öldürülmesine ilişkin öngörüsüymüş. Jerome, bunu Sulla'nın Caesar'ı uyarmak için yaptığını iddia ediyor. Kimbilir?..Diğer bir başarılı öngörü de yine Hitler'e 1939 yılında yapılan bombalı suikastla ilgili, Krafft bu öngörüden sonra gücünün doruğuna ulaşmış.
1186 yılında gezegenlerin Terazi burcunda toplanmasıyla ve 1962 yılında Kova burcunda toplanmasıyla ilgili felaket öngörülerinin çıkmaması da tarihteki en ünlü başarısız olmuş öngörülermiş.
1920'li ve 1930'lku yıllarda Moskova Üniversitesi'nde Prof. Tchijevsky Güneş lekelerinin salgın hastalıklardan, savaşlardan ve sosyal devrimlerden sorumlu tutulabileceğini göstermiş. Ancak o dönemin lideri Stalin bu toplumsal olayları kozmik kuvvetlerle açıklamaya çalışan bilim adamının bu çalışmalarına çok olumsuz bakmış. Yazar Jerome burada, istatistiksel çalışmalarının çoğunun yanlış uygulanmış olduğunu, doğru uygulanmış olanlarının sonuçlarınınsa boş çıktığını söylüyor. Sık yapılan istatistiksel yanlışlardan birinin örnek sayısını az tutmak olduğunu iddia ediyor ki, bilimsel anlamda n=>30 olduğunda istatistiksel olarak topluluğun geneli hakkında bilgimiz olabilir. Bana öğretilen bu en azından. Yazar burada astroloji karşıtlığının uçlarında dolaştığından, okuyucuya bence eksik bilgi veriyor. Kendi verdiği örnekte 10.000 astronot kişi içinde 1000 tanesinin Koç olması durumunda astronotlar Koç burcundan çıkıyor diyebileceğimizi öngörmüş, ancak bu tamamen yanlış ve saptırılmış bir bilgi; çünkü istatistiksel olarak anlamlılık p değerinin 0.05'e eşit veya altında olmasıyla değerlendirilir.
Choisnard, 200 ölüm horoskobu üzerinde çalışmış ve ölüm sırasında Mars ile Güneş kavuşumunun beklenenin en az 3 katı, Satürn-Güneş kavuşumunun da beklenenin 2 katı olduğunu saptamış. Ancak değerli bir diğer araştırmacı olan ve astroloji üzerine yaptığı başarılı istatistiklerle tanınan Michael Gaugelin örnek sayısının çok az olduğunu belirtmiş ve örnek sayısının az olduğu çalışmalarda, bu tür durumların beklenenden sapmasının hiç de şaşırtıcı olmadığına işaret etmiş.
1000 adet 90 yaşındaki kişinin haritasına bakan İngiliz astrolog John Addey, geleneksel olarak kısa ömürlü olduklarına inanılan Balık''ların sayısının, yine geleneksel olarak uzun ömürlü olduğu sanılan Oğlak'lardan hiç de az olmadığını görmüş. Bu onu hayal kırıklığına uğratmış, ancak haritalara daha detaylı baktığında, 90 yaşındaki deneklerin çoğunda ''ayrılma açıları'' olduğunu saptamış. Bu istatistiksel çalışmalar temelinde yükselen yeni ''astrobiyoloji'' akımıyla coşmuş olan Addey, çocuk felci hastalarının da daha çok 12. ve 120. harmoniklerde doğma eğiliminde olduğunu göstermiş. Yazar Jerome burada 12. ve 120. harmoniklerin herhangi bir fiziksel gerçekliğe karşılık gelmesinin imkansız olduğunu söylüyor.
Krafft, 115 ünlü müzisyenin Ay-Uranüs kavuşumuna bakmış: Doğumlar Oğlak, Kova ve Balık burcunda yığılma eğilimindeymiş. Jerome burada toplam sayının az olduğuna dikkati çekiyor, ancak bence istatistiksel olarak anlamlı (n=>30). Jerome'nin bir diğer dikkati çektiği konu ise, neden bu kavuşumun Terazi, Akrep ve Yay buçlarında bulunmadığı. Yanıtını alaylı bir şekilde kendisi veriyor; çünkü bu yıllar boyunca Uranüs hiç bu burçlarda bulunmadı! Evet ama Bay Jerome, demek geldi içimden, Krafft gibi bir deha tabii ki bunun farkındadır; onun kanıtlamak istediği şey kavuşumun hangi burçlarda olduğu değil, müzisyen olmak için Ay-Uranüs kavuşumunun natal haritada tetikleyici olabileceği idi. Jerome'den bir bilgisizce saptırma daha (Onun yerinde olsam, bu kitabı yazmadan evvel, adamakıllı astroloji öğrenirdim!).
Başka bir çalışmada Krafft 2817 müzisyenin çoğunun Boğa olduğunu göstermiş. Jerome burada geleneksel olarak Boğa burcunun müzikle ilişkilendirilmediğini, bunu söyleyenin ilk kez Krafft olduğunu iddia etmiş.
Krafft bununla da yetinmeyip 1923 yılında ''Kozmozun İnsan Üzerine Olan Etkileri'' adlı bir doktora tezi yayımlamış. Ancak Cenevre'deki profesörler kariyer seçiminde gezegen etkilerine ilişkin bu tezi kabul etmemişler, ne tuhaftır ki, istatistiksel yöntemin yanlışlığını da gösterememişler.
Jerome kitabın bir yerinde şöyle emrediyor: '' Bu arada astroloji yandaşlarını ve astrologları uyaralım: astrolojinin geçersizliğini göasteren son istatistiksel sonuçları onayınız ve gezegen etkilerini araştırmaktan vazgeçiniz. Astrolojinin bilimsel temeli olamaz; çünkü astroloji bir büyü dizgesi olarak doğdu. Tanımı gereği bilimsel astroloji diye bir şey olamaz!''
Çekoslovakya'da yaşayan bir bilim adamı olan Dr. Eugene Jonas, kadınlarda maksimum üretkenliğin Ay-Güneş doğrultusunun kadının natalindekine en çok yaklaştığı anda gerçekleştiğini iddia ediyormuş, üstelik %98 başarı oranları varmış (Bu yöntemi kardeşimin arkadaşında denedik ve kızcağız 5 yıllık evlilik ve sayısız başarısız tüp bebek denemesinden sonra bu yöntemi deneyerek hamile kaldı, şu anda bebek bekliyor; tabii bu Jerome'a göre tamamen rastlantısal bir olay olurdu, ama ben onun kadar emin değilim çok şükür ki ).
Yazar Jerome, kitabın bir yerinde astrolojinin insan psikolojisi üzerine etkilerinden sözediyor ve astrolojinin uyartılmış öz hipnoz olduğunu iddia ediyor. Dediğine göre astrolog kendisine ve müşterisine bir çeşit hipnoz uyguluyormuş farkında olmadan.
Diğer yandan, Amerikalı astrolog Myra Kingsley'in müşterilerinin yaşamlarına ne denli hükmettiğini ve bazılarını depresyona kadar sürüklediğini görüyoruz Jerom'un kitapta anlattıkları boyunca, ki 2. dünya savaşında aynı şeyi Nazi astrologlardan biri, ünlü bir Alman Albay'a yapmış, adam intihara sürüklenmiş! Kingsley, müşterilerine yazgılarına boyun eğmeleri gerektiğini söylermiş, ayrıca mutsuzluklar ve acıların değişmeyeceği konusunda acı bir söylev çekermiş (Ne talihsiz insanlarmış bu kadına inananlar!).
Jerome'a göre, astrologlar, kendilerine danışan kişiye bilinçli ya da bilinçsiz olarak psikolojik sondaj yaparmış, ki bu sondaj, ehliyetsiz ellerde olduğundan karşıdaki kişinin psikolojisinde derin çözülmelere kadar gidebilen tahribatlar yaratırmış. Danışanın bilinçaltına dek inen astrolog, farkında olmadan kendi de trans durumuna geçip, ufak kişilik yarılmaları yaşarmış Ancak bu kişilik yarılmaları önemsiz boyutlarda olurmuş.
Astrolog, karşı tarafın mimiklerinde ve ses tonundaki ufak değişiklikleri bilgiye çevirebilecek denli matematiksel yeteneğe sahip olduğunda, öngörülerinin başar şansı artarmış. Oysa farkında olmadan istemsiz kasılmaları yakalayabilen dikkatli bir gözlemciymiş astrolog (!). br /> Jerome, telefon konuşmaları ile öngörü yapan başarılı astrologlar içinse şöyle diyor: ''Astrolog, müşterisiyle yaptığı telefon konuşmalarında ipuçlarını ve işaretleri bilinçdışı olarak algılamış olabilir (190 sayfa boyunca bilimsellikten söz eden bir bilim yazarı için talihsiz buldum bu sözleri , 'bilinçdışı derken neyi kastettiniz Bay Jerome?' diye yazdım bu paragrafın yanına!). İşin içinde kuşkusuz, şans ve zekice tahminde bulunmak da var. Ancak müşterisiyle telefonda konuşmadan elde ettiği yarar olmadan bu denli yüksek başarı sağlaması olanaksızdı.''
Kitabın son bölümünde de, yazar Jerome, astrolojinin istatistiksel gizi üzerine yorumlar yapmış. Ve her bireyin birbirinden farklı olduğunu savunan astrologları yalancı olarak tanımlamış. Herhangi bir Güneş burcunun, herhangi bir kişiye uygun düşme olasılığının %50 olduğunu savunmuş. Zaten bu uygun düşmezse, haritada uygun düşecek bir yükselen burç, bir Ay burcu dahi olduğunu da eklemiş. Bir haritada başarılı bir astrologun gönderme yapabileceği en az 19-20 öge olduğuna ve bunlardan en az yarısının bir kişiye uyacağını da iddia etmiş
En sonda yazar Jerome, 192 bilim insanının imzaladığı astroloji karşıtı bildiriyi de eklemiş.
Birçok yerde durup düşünmemi sağladı bu kitap ve ne iyi ki, astroloji tarihi ve araştırmaları hakkında da epey bilgim oldu. Bu anlamda kitabın yararı tartışılmaz. Bir tür bir bilgi hazinesi olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Nerede eksik olduğumuzu bilirsek, o ölçüde gücümüzü artırabiliriz sonuç olarak.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Sevgiler..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)