7 Mayıs 2010 Cuma
ÇİNGENE KEMANCININ SİLUETİ
Ilık bir Cumartesi gecesiydi, Alsancak’ta biraz yürüyüş yapıp hava almak üzere eşimle evden çıktık. Belki denk gelirse bir yerlerde, uzun zamandır dinleyemediğimiz rock müziğini de dinleriz diye ufak ufak planlar yapıyorduk. Bir Nisan akşamına göre oldukça yumuşak bir hava vardı dışarıda.
Yürüyüşün ortalarına doğru biraz dinlenip kahve içmek için Gündoğdu’daki sokak kahvelerden birine oturduk. Oturduğumuz yerin hemen yan tarafında üç genç üniversiteli sokak çalgıcısı, Türkçe ve İngilizce popüler parçaları gelen geçenin meraklı bakışları altında büyük bir coşkuyla çalıp söylüyorlardı. Kahve ve müzik her zaman iyi gider..
Bir süre sonra, güzel şarkıların da etkisiyle, çevredeki diğer kafelerde oturan insanlar gibi biz de sokağın sakinlerinden olup çıkmıştık; eşimle aramızda muzırca gülüşerek içlerinde en güzel çalan hangisi, flütçü çocuk biraz yoruldu mu ne, gitarcı çocuk karşıdaki bankta oturan kıza mı çalıyor şarkılarını yoksa gerçekten onun kız arkadaşı mı vs gibi yorumlar yapıyorduk. Cumartesi akşamı keyifli olmaya başlamıştı gerçekten.
Çok güzel bir melodinin her yanı sardığı bir ara, sanki Monet’nin şiirsel resimlerinden ya da Balzac’ın duygulu romanlarından fırlamış gibi, gecenin içinden Çingene bir kemancı yavaş yavaş izlediğimiz resmin tam ortasına girdi. Diğer insanlar gibi hızlı yürümüyordu, bakışları bir noktaya odaklanmış, kemanı elinde sanki çalacakmış gibi tutuyordu. Ağır ağır gelip üç genç çalgıcının tam karşısında durdu. Dirsekleri deri yamalı, eski fakat oldukça temiz ceketi, biraz paralanmış ama tam bir kemancıya yakışan modeldeki ayakkabıları, yakaları pembe açık renk tişörtü, sırtındaki deri keman çantası ile başka bir diyardan gelmiş bir gezgine benziyordu. Sokak lambalarından ve kafelerden yayılan ışıkların altında, gecenin içinde çakmak çakmak parlayan gözleri, müziğin ritminden başka bir şeyi görmüyor ve kulakları başka bir sesi duymuyordu sanki, büyülenmiş gibi üç genç çalgıcıya bakıyordu. Bir süre ne yapacak diye merakla bekledik. Sanki Pedro Almodovar filmlerinden birinin küçük bir fragmanını izliyorduk..
Genç Çingene, gözlerini genç çalgıcılardan hiç ayırmadan yavaş yavaş kemanını omzuna yerleştirdi ve çalan müziğe göre notaları basmaya koyuldu ince kapkara parmaklarıyla. Üç genç çalgıcı, gecenin içinden çıkıp gelen yeni ve sadık dinleyiciye daha bir coşkuyla karşılık verdiler. Bir müzik dalgası sokağın her yanını sarıverdi ve herkes oturduğu yerde salınmaya ve müziğe göre tempo tutmaya başladı. Genç Çingene ışıldayan gözleri ile hala çalgıcılara bakıyor ve hayatta değer verdiği belki de tek güzel şeyin, müziğin büyüsüne kapılmış bir halde onlara eşlik ediyordu.
Ne karşılarında oturan güzel kız, ne gelip geçen ve ikişer dakika arayla seyrettikten sonra yollarına hiçbir şey olmamış gibi devam eden ya da kutuya para atan insanlar, ne de biz, bu üç yetenekli genç sokak çalgısının gerçekten olağanüstü müziğine gereken değeri ve saygıyı göstermiştik, onlara hak ettiği değeri hatırlatan kişi genç bir Çingene kemancı olmuştu. Uzun bir süre beraber çaldılar büyük keyifle. Tüm hayatı müzik olan bir insanın olanca coşkusu, Çingene kemancıda vücut bulmuştu. Kıvırcık saçları, normalden daha koyu teni ve ona tezat ışık saçan bakışları, sanat söz konusu olduğunda ne eğitimin, ne de insanın yaşadığı çevrenin önemi olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bizlere. Yetenek denen şey Çingene kemancının siluetinde parıldıyordu adeta..
Mola verdiklerinde, genç çalgıcılar Çingene kemancının yanında soluğu aldılar ve ona o anda ellerindeki paylaşabilecekleri tek şey olan, sigara ikram ettiler. Ve çok keyifli bir sohbete daldılar gecenin içinde.
Biz de hazırladığımız bozuk paraları kutuya atıp başka mekana farklı bir müziği dinlemek üzere yola koyulduk.
Geriye dönüp bir kez daha baktım; çingene kemancını gözleri çakmak çakmak, gülümsüyordu…
İLYADA SEZER'İN MEKTUPLARI
Bu nick-name’i taa üniversite 2. sınıftaykene bulmuştum, daha o zamanlar bilgisayarlar bu denli gelişkin değildi, internet yoktu. Ama ben iletişimin başka bir yolunu, mektupları kullanıyordum diğerleriyle ‘iletişmek’ için.
Yeni Gündem diye bir derginin mektuplaşma sayfasına şöyle yazmıştım yanlış hatırlamıyorsam:
‘Merhaba, ben İlyada. Tıp Fakültesi 2. sınıfta okuyorum. Tıp, edebiyat ve müzik alanlarıyla ilgileniyorum. Bana yazarsanız sevinirim…’
İşte bu çağrıya karşılık onlarca mektup geldi, sanırım 200 tane falandı. O kadar ilginç mektuplar alıyordum ki..Türkiye ve hatta yurtdışından, okumuş-okumamış, kız-erkek, siyasi-apolitize, genç-yaşlı bir sürü insan..Çok keyifli bir mozayikti. Mektupları hala saklarım.
İki ayrı şehirde yaşayan ve doğru düzgün okuma yazma bilmedikleri mektuplardan anlaşılan iki kardeşin mektubunu almıştım da, ne kadar şaşırmıştım! Türkiye’nin halleri işte..
Bu mektuplardan sadece iki tanesine yanıt verdim. Ve bir tanesiyle 1987’de başlayan mektup dostluğumuz, 2007 yılına dek sürdü. Şimdi internet üzerinden mailleşiyoruz hala. Herhalde 500 mektup almışımdır ondan. Hepsi hala kocaman iki kutuda duruyor.
Hayatımın en keyifli yazışmalarıydı bu mektuplar. Onlar sayesinde büyüdüm, olgunlaştım ve kozamı yırtıp bir kelebeğe dönüştüm. Öyle katkısı oldu ki bu mektupların bana.. Belki merak edersiniz diye yazayım: Bu mektuplarda hiçbir zaman kişisel bilgiler ya da hayatın olayları yer almadı; her zaman fikirleri ve kitapları tartıştık uzun sayfalar boyunca.
Mektupları severim, güzel yazıyla yazılmış olanları, işte onları daha çok severim..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)