Yıldızın Parladığı Anlar adlı müthiş kitabın yazarı olan Stefan Zweig, Montaigne’in ölümünden yaklaşık dört yüz yıl sonra, hümanizmin bu büyük ustası üzerine bir deneme kaleme aldı. Bu dönemde Zweig, kitaplarının Almanya’daki Naziler tarafından yakılmasıyla vatanını terketmek zorunda kalmış ve eşiyle birlikte Brezilya’ya yerleşmişti. Umutsuzluk dünyanın her yerinde kol geziyordu. Zweig, ülkesinde şahit olduğu onca kıyım arasında, kanın gövdeyi götürmesine neden olan taraflardan birinde yer almayarak; ‘ahlaki ve manevi bağımsızlığını koruyabilmeye’ başka deyişle ‘kendisi olmak ve kendisi kalmak uğruna mücadele etmeye’ çalışmıştı.
Zweig’ın bu dönemde yazdığı gibi ‘kitle çılgınlığının doruğa vardığı, insanı insan kılan değerlerin ayaklar altına alındığı, her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hala kararlı olan insan, ne yapabilirdi? Nereden yardım alabilirdi? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilirdi? Her şeyden önce, insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilirdi?’
Zweig aradığı umut ışığını Montaigne’de buldu. Büyük yazar Montaigne’nin yüzyıllar öncesinde yaptığı gibi, insanı insanda aramaya ve bu büyük yazarı anlamağa karar vermişti. Montaigne için yazdığı kitabın ilk giriş tümcesi unutulacak bir tümce değildi:
‘İnsana her yaşında ve hayatın her döneminde seslenebilen yazarların sayısı azdır- Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli bir zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamlarıyla açarlar. Montaigne, onlardan biri. Onu doğru değerlendirebilmek için insanın çok genç, deneyimlerden ve hayal kırıklıklarından yoksun olmaması gerekir; Montaigne’nin özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı olacağı kuşak ise bizimkisi gibi kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır.’
Bu zor zamanlarda Zweig’ın Montaigne’in bilgeliğine sığınmasının ortak bir nedeni vardı: ‘Dünyanın gerçek anlamda insancıl kılınması arzusu’.
‘Savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan ‘Ego’suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir.’ Yargılarına boyun eğdiği kendi yasaları ve kendi mahkemesinin varlığı, Montaigne’in en büyük içsel hazinelerinden biriydi.
Peki, kendi içsel yasalarının dışarıda kabul görmediğine, insanı insan yapan değerlerin alaşağı edildiğine tanık olan ve umutsuzluğa düşen günümüz aydınları ne yapmalıdır?
Emre Kongar, Mart 2012’de Stefan Zweig usta için kaleme aldığı köşe yazısında bizlere şöyle sesleniyor:
‘Bir aydın asla umutsuzluğa düşmez, düşmemelidir… Çünkü tarih önünde, bilimin ışığında, insanlığın ve toplumunun karşısında, iyiyi, doğruyu, güzeli, temel insan hak ve özgürlüklerini, barışı, demokrasiyi savunmaktadır…
Ve bir gün mutlaka, ama mutlaka, bu savaş kazanılacaktır!’