27 Eylül 2014 Cumartesi
Stefan Zweig’ın Dünyası
Zweig ile ilk tanışmam 1990’ların ortalarında ‘Satranç’ adlı kitabını okumamla başladı. O zamanlar hem pratisyen doktor, hem de Türkiye çapındaki şampiyonalara ve liglere katılan bir satranç oyuncusuydum. Bu heyecan dolu ve gerilimli hikayede, bir satranç oyuncusunun zihinsel durumunu öyle ustalıkla ele almıştı ki, kitabı büyük bir hayranlık duygusuyla bir çırpıda bitirivermiştim.
‘Yıldızın Parladığı Anlar’, ‘Montaigne’, ‘Erasmus’ ve ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’ adlı kitaplarını da zevkle okuduğum, Avrupa’nın yetiştirdiği en büyük entellektüel ve düşünürlerden biri olan Zweig’ın, kitaplarda ölümsüzleştirdiği tarihi kişilikler aracılığıyla aslında kendini anlama ve anlatma yolculuğu yaptığını çok sonraları fark ettim…
Bu yaz okuduğum Can Yayınlarından çıkan ‘Macellan’ adlı eseri ise kelimenin tam anlamıyla dimağımda yepyeni pencereler açtı. Zweig bu eseri nasıl yazmaya başladığını kitabın önsözünde büyük bir açıkkalplilikle şöyle anlatıyordu: Yazar, eşi ve dostlarıyla çok büyük ve 1900’lü yılların başı için oldukça lüks donanımlı büyük bir gemide Avrupa’dan Amerika’ya doğru seyahat etmektedir. Ve fakat, her gün türlü eğlenceler, konserler ve dostlarla zevkli sohbetlerle vs geçen yolculuğun onbeşinci gününde, artık her gün tekrarlanan ritüellerden çok ama çok sıkıldığını fark eder. Ama ne yazık ki yolculuğun bitmesine daha günler vardır; Zweig koca gemide, büyük bir okyanusun ortasında, can sıkıntısı içinde geminin kütüphanesine gider ve orada bulduğu büyük denizci Macellan ile ilgili dokümanları okumaya koyulur. Okumayı bitirdiğinde durumundan o denli utanır ki, şöyle der kendi kendine: ‘Macellan ve arkadaşları, nereye gittiklerini, sonunda geri dönüp dönemeyeceklerini bile bilmedikleri bir yolculuk sonunda, dünyayı bir baştan bir başa ellerinde sadece kurumuş etler ve biraz su olduğu halde geçmişlerdi, ve bu insanlık tarihine geçmiş şanlı yolculuktan mürettebatın %10’u karaya sağ salim varabilmişti. Oysa ben, bu harika, bir düğmeyle havanın sıcaklığı/soğukluğunu ayarlayabildiğim muhteşem gemide sıkıldığım için kendimden utanıyorum..’.
Zweig, Avrupa’da ünlü dostlar ve kültürel açıdan çok doyurucu olan sosyal bir çevreden Hitler Almanya’sının baskıları yüzünden (Bir Yahudi olduğu için kitapları yakılmıştı) Amerika ve sonra da Brezilya’ya sığınmak zorunda kalmış bir aydın-yazardı.
Olağanüstü gözlem yeteneği ve müthiş duyarlılığıyla yazdığı her kitapta, giderek hissizleşen ve savaşlarla dolu bu dünyada, hümanizmi ve gerçek bir dünya vatandaşı olmayı yücelten, gerçek bir aydın ve son büyük Avrupa’lıdır Stefan Zweig..
2 Temmuz 2014 Çarşamba
YÜZYILIN BEYİN CERRAHI PROF. DR. GAZİ YAŞARGİL İLE ÜÇ SAAT
Geçtiğimiz Mayıs ayında bir gün internette gezinirken Ege Üniversitesi’nin Nörobilimler’de Etkileşim başlıklı konferans afişini gördüğümde gözlerime inanamadım: Gazi Yaşargil İzmir’e geliyordu!En son 10 yıl önce uluslararası bir kongrede onu görme ve dinleme fırsatını yakalamıştım ve bu kadar zaman sonra Türk tarihinin gelmiş geçmiş en önemli bilim insanlarından birini tekrar görecektim. Ne yapıp edip bu konferansa gitmeliydim. Sunumun Ege Üniversitesi’ne ait Muhittin Erel amfisinde yapılacak olması ayrı bir değer taşıyordu, çünkü gerek öğrenciliğim sırasında gerekse ilk hekimlik yıllarımda en zevkli konferans ve sunumları burada izlemiştim.
Oraya vardığımızda gözlerimize inanamadık: Esas salondan başka çok büyük bir konferans salonu daha ağzına kadar dolmuştu ve odyovizüel yayınla bu salona aktarılıyordu!
Bir buçuk saatlik ilk sunumun bitiminde 10 dakika ara verildiğinde O’nu yakından görebilmek için yanına gittim. Bu 10 dakika boyunca Yaşargil ne bir yere oturdu ne de bir yudum su içebildi; mütemadiyen etrafını saran öğrenci, öğretim üyesi ve konukların sorularına yanıtlar veriyor, onlarla hatıra fotoğrafı çektiriyordu. 89 yaşındaki yaşlı delikanlı, orada bulunan herkese, hepimize, nasıl üstün bilim insanı olunabileceğinin dersini veriyordu.
Bir ara yanına dek ulaştığımda bakışlarını yakalayıp atıldım ve yıllardır kafamda bir bilmece gibi duran birkaç sorudan birini nihayet sordum: ‘Duyu organlarımızın beyindeki temel yönetim merkezleri, genel bir kural olarak bu organlara en yakın pozisyonda yerleşim göstermekte. Oysa görme duyu organı olan gözlerimiz beynin en ön tarafında yerleştiği halde, temel görme merkezi sizce neden beynin en arkasında yerleşmiştir?’. Hiç düşünmeden yanıt verdi: ‘Tek bir merkezle değil, tüm beynimizle görüyoruz da ondan!’. Tabii ya, görme merkezi en arkadaydı ama görme yollarının pek çok uğrak noktası ve etkileşim alanları vardı, üstelik bunlar beynin her yönünde dağılmış durumdaydılar.. Soruyu nasıl da kolayca ve vurucu bir şekilde yanıtladığına hem şaşırdım, hem de zekasına hayran kaldım. Konferans boyunca engin anatomi ve beyin cerrahisi bilgisi ve bunlarla patoloji, histoloji, genetik bilimlerini de harmanlayan multidisipliner yaklaşımı ve bir konuda yorum yaparken hala hayret eden ve merak eden bir tutum içinde olması, beni çok etkiledi.
Konferans boyunca söylediği pek çok değerli ve özlü sözden bazıları şöyleydi:
‘Bu kadar başarılı olmamın sırrı azimli, inatçı ve inanç sahibi olmam.’
‘20 sayısı doğadaki birçok şeyde kendini gösteriyor. 20 aminoasit olması, el ve ayaklarda toplam 20 parmak olması, spermin üzerindeki flagel sayısının 20 olması vs gibi.’
‘Gelecekte Quantum Biology oluşacak. Daha ince sistemler bulacağız.’
‘Biyopsiye karşıyım.’
‘Beyin ameliyatları hakkında: Bilmediğimiz bir sistemi ameliyat ediyoruz, ben şahsen çok korkarım hastaya zarar vermekten.’
‘Hastaya yaşam süresi söylenmez çünkü bunu kimse bilemez!’
‘İnsanlar dünyaya hem insanlara hem de diğer varlıklara yardımcı olmak için gönderilmiştir.’
Toplam 3 saat süren konferanstan ayrılırken uzun bir süredir hiç bu kadar bilimsel şevkle dolu olmamış olduğumu fark ettim, kulaklarımın ve beynimin pası silinmişti. Kafamda pek çok yeni bilgi, soru işareti ve proje ile oradan ayrılırken, içimden en kısa zamanda bir kez daha O’nu dinleyebilmeyi diledim..
7 Nisan 2014 Pazartesi
KOLEKTİF KADIN MEKTUPLARI SERİSİ NOKTAYI KOYUYOR: “İMZA: BEN”
Kadınlara son bir söz söyleme fırsatı sunulursa…
Babalara yazılan mektuplardan oluşan “İmza: Kızın”la başlayan serüven, geçen sene bu zamanlar kocalara, eski eşlere, hayali prenslere yazılan mektuplardan oluşan “İmza: Karın” ile devam etmişti. Seri, kadınların “İmza Ben” diyerek imzaladıkları ve “son bir söz” söylemek istedikleri kişilere yazdıkları mektuplarla sona eriyor. Canan Tan, Cemre Birand, Çiçek Dilligil, Derya Baykal, Ece Vahapoğlu, Esra Harmanda, Nazlıcan Özkan, Sevinç Erbulak, Şafak Pavey, Yonca Tokbaş gibi 154 kadının geçmişleriyle, gelecekleriyle, kendileriyle, sevdikleriyle, sevmedikleriyle hesaplaştıkları mektupların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan “İmza: Ben”, kitapseverler ile buluşuyor.
Kitapta mektuplarına yer verilen kadınlar, serinin ilk kitabı “İmza: Kızın” derken hayatlarındaki ilk erkek olan babalarına mektuplar yazmışlardı. Yanlarında olan, olmayan veya bir kez dahi göremedikleri babalarına. Kimi teşekkür etti, kimi kırgınca “Sana ihtiyacım vardı. Neredeydin?”dedi. Kimi erkenden göçüp gidenlerin arkasından gözyaşı dökerken, bir baba gölgesi bile hissetmeyenler “Kulağıma küpe olacak bir sözünüz bile gelmiyor” diye hesap sordu.
Sonra kız çocukları büyüdü, hayatın içinde kadın olarak durmayı öğrendi. Bu sefer “İmza: Karın”’da sözümüz “o adama”ydı. “Ruh eşim” deyip aşkla dolu olandan “Mezarına gelip bu mektubu okuyacağım” deyip nefretini kusana kadar geniş bir yelpazede mektuplar yazıldı.
154 kadın, noktayı İmza: Ben diye imzalayarak koyuyorlar. Kime, ne diyecekleri varsa onu diyerek. İmza : Ben’de sevgi bulacaksınız. İmza : Ben’de öfke bulacaksınız. İmza: Ben’de şükür, azim, korku bulacaksınız. İmza: Ben’de hayatın ta kendisini bulacaksınız.
Yazarlarının en saklı hayallerini okuyacağınız kitabın geliri, serinin diğer iki kitabı gibi yine çok güzel bir amaca hizmet için ayrılıyor. “İmza: Ben” kitabının telif geliri, görmeyenlerin dünyasında da minik de olsa bir ışık yakabilmek hedefiyle, bu yıl 10. Yılını kutlayan Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı’na (TÜRGÖK) bağışlanıyor. Kitabın ayrıca sesli kitap versiyonu da görme engelliler için TÜRGÖK tarafından oluşturuldu.
Yaşama bir kez daha kadın gözünden bakmak, yüreğinden geçenleri anlamak isterseniz “İmza: Ben” size eşsiz bir fırsat sunuyor.
TÜRGÖK HAKKINDA
Görme özürlülerin eğitimleri ile kültürel gelişimlerine ücretsiz hizmet eden, Türkiye’nin ilk ve tek görme özürlüler kitaplığı TÜRGÖK( Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı); yurdumuzda yaşayan görme özürlüler ile yurt dışında yaşayıp da Türkçe bilen görme özürlülerin, yazılı kaynaklara erişimini sağlamak üzere 2004 yılında İzmir’de faaliyete geçmiştir. Görmeyen kişilerin Türkçe okuryazarlık oranını arttırmak, eğitim ve kültürlerine katkıda bulabilmek ve bu amaçla yaşam kalitelerini yükseltmek amacıyla Av. Gültekin Yazgan tarafından kurulan TÜRGÖK, 5000’i aşkın görmeyen üyeye hizmet vermektedir. Kitaplık hizmeti alan görmeyenler bu vasıta ile kendi kitaplıklarını da oluşturmaktadır.
Üyelerine sesli ve kabartma (Braille) baskılı roman, ders kitabı, ÖSS, KPSS, SBS, açıköğretim (lise, ilköğretim) soru bankaları ve sınav testleri hazırlamaktadır. Ayrıca aylık yayın organları olan; ilköğretim 1. kademe öğrencileri için “Yavru Balarısı” (Braille Kabartma)dergisi 2. kademe öğrencileri için “Balarısı” (Braille Kabartma) dergisi, lise öğrencileri ve yetişkinler için de sesli MP3 formatında “Arkadaş” dergisi hazırlanarak ücretsiz olarak kargo ile adreslerine gönderilmektedir.
Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı, Türkiye’nin her yerine, ayrıca İngiltere, Hollanda, Kıbrıs, Amerika,Almanya’ya ücretsiz ve geri iadesiz hizmet vermektedir.
Tüm bu hizmetler, sayıları 500’ü aşan gönüllü destekçi ve bizlere kuruluşundan itibaren destek olan sponsorlar sayesinde üretilmektedir. www.turgok.org
2 Nisan 2014 Çarşamba
EŞZAMANLILIK VE YÜZÜNCÜ MAYMUN
‘Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın rölativitesi tarafından tanımlandığına inanıyorum. Bu rölativite, öyle görünüyor ki, bilince olan mesafeyle orantılı olarak, bir mutlak zamansızlık ve uzaysızlık durumuna kadar artmaktadır. Eşzamanlılık, psişik ve psikofiziksel olaylar arasındaki zaman ve anlamın paralelliğini düzenler. Bilimsel bilgi şu ana kadar bunları ortak bir prensibe indirgeyememiştir.’
Carl Gustav Jung
Geçen hafta Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Patoloji Uzmanı Dr. Kamile Kurt’un resim sergisindeydik. Sergide her zamanki yağlı boya resimlerden başka ağaç yaprakları üzerine yapılmış mini resimler de vardı ve büyük bir emekle yapıldıkları belliydi. Kendisine bu ilginç fikri nerden bulduğunu sorunca, ‘Çok ilginç bir şey oldu’ diyerek söze başladı, bu mini resimleri tamamen doğaçlama bir şekilde yapraklar üzerine yaparken, tesadüfen bu tarz bir sanat akımının Uzakdoğu'da da varolduğunu öğrendiğini ve çok şaşırdığını ekledi. Bunun üzerine yanımda bulunan Arpaboyu Yazı İşleri Müdürümüz Nalan’a dönerek ‘İşte bu Eşzamanlılık!’ dedim..
Eşzamanlılık nedir?
İki ayrı olayın birbirleriyle bağlantılı bir biçimde aynı anda gerçekleşmesine Eşzamanlılık adı verilir. Bu teoriye göre herhangi biri, bir konuda farkındalık yaşadığında, başka insanların da aynı konuda farkındalık yaşama olasılığı artmaktadır.
Bilim Çağının prensi ve analitik psikanalizin kurucusu olarak bilinen ünlü düşünür Carl Gustav Jung, eşzamanlılığın fikir babalarından ve en önemli takipçilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Freud’un yakın bir çalışma arkadaşı olan Jung 1914’te ondan bağımsız olarak kendi analitik psikoloji ekolünü oluşturmuştur. 1920′lerde Albert Einstein ile yediği bir akşam yemeği esnasında aklına birden ‘eşzamanlılık’ fikrinin geldiği söylenir.
Eşzamanlılık birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olmayan, yine de aralarında anlamlı bir bağ olan iki olayın gerçekleşmesini anlatır. Jung, birbiriyle ilgisiz gibi görünen olayların aslında bilmediğimiz bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı meydana geldiğini söylemiş ve haberci rüyaları buna örnek göstermiştir. İnsanlar zaman zaman rüyalarında birşeyler görürler, örneğin sevdikleri biriyle ilgili bir olayı ve ertesi gün gördüklerinin gerçekleşmiş olduğunu görürler. Bazen bir arkadaşımızı aramak için telefonu kaldırırız ve arkadaşımızın zaten hatta olduğunu görürüz. Çoğu psikolog bunları rastlantı olarak adlandıracak ya da gerçekleşme ihtimallerinin düşündüğümüzden çok daha fazla olduğunu göstermeye çalışacaktır. Jung ise bunların, bizim insanlarla ve genel anlamda doğayla kollektif bilinç yoluyla nasıl bağlandığımızı gösteren işaretler olduğunu söyler.
1951’de İsviçre’deki Eranos Konferansında verdiği bir derste, Jung klasik eşzamanlılık olarak gördüğü olaylara örnekler vermiş ve bunları zihinsel olayların hem rüyalarda hem de uyanıklık halinde kollektif bilinçaltını sembolik ve fiziksel varlık eş düzlemlerinde etkilemekle kalmayıp ondan etkilendiklerine ve çoğu zaman zaman, uzay ve istatistiki olasılık kavramlarını aştıklarına bir kanıt olarak göstermiştir.
Bilimsel anlamda ilk kez tohumları Jung tarafından ekilen eşzamanlılık, daha sonraları kuantum fiziğinin de işaret ettiği üzere, evrenin her bir parçasının birbiriyle ilişkili oluşu ile birleşince, konu ünlü biyokimya profesörü Rupert Sheldrake’in de ilgisini çekmişti. The Hundredth Monkey – Yüzüncü Maymun isimli teoride Sheldrake’in çalışmaları Macaca Fuscata denilen bir maymun türü üzerinde yapılan 30 yıllık bilimsel bir araştırma projesi kullanılarak anlatılır: Bir adada patatesleri yıkayarak yemeyi öğrenen maymun topluluğundaki maymun sayısı belirli bir sınırı aştığı anda, farklı adalardaki maymunların da patatesleri yıkayarak yedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapının varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurdukları ileri sürülmüştür. Dr. Sheldrake’e göre, evrende bir olay sürekli tekrarlandığında morfik bir alan oluşuyor ve bu alanla kurulan rezonans aynı durumun başka yerlerde de tekrarlanma olasılığını arttırıyordu. Yani bir davranış modeli bir kere ortaya çıktığında değişim başlıyor, yeterince uzun süre tekrar edildiğinde ise bunun morfik rezonansı tüm türü etkiliyordu. Teorinin önemli noktası şudur; morfik rezonansın bir kez yayılmaya başlaması, tüm evrende yayılması demektir. Yani herhangi bir yerde yaşanan bir morfik alan, anında tüm evrende kıpırdanmaya başlayacaktır.
Kuantum fiziğinin kurucularından olan Niels Bohr’a göre, evrende A alanında yaşanan bir durum, B alanında da yansıma yaratıyor fakat bunun nedeni bilinmiyordu.
İkinci nesil kuantum fizikçilerinden olan David Bohm ise ‘Holografik Düzen’ adlı teorisini ortaya koyarak, Jung’ın nedensellikten tamamen bağımsız olan eşzamanlılık görüşünün evrenin bütününde var olduğunu söylüyordu. Kozmik boyutlarda ele alınan Bohm teorisine göre; bir gezegen, bir canlı organizma veya bir atomda, evrendeki tüm bilgi küçültülmüş bir versiyonuyla bulunmaktaydı. Modern bilim için alışılmışın çok dışında olan bu düşünce, aslında tasavvuf felsefesinin de, Mısır Hermetizmi’nin de temellerini oluşturuyordu. Hermetik bilgiler “Yukarıda ne varsa, aşağıda da aynısı var” der.
Bu duruma en güzel örneği yine bilim dünyasında yaşanmış şaşırtıcı bir hikaye ile verebiliriz. 17. yüzyılda Isaac Newton İngiltere’de, C.W. Leibnitz ise aynı anda Almanya’da birbirlerinden habersiz bir şekilde yeni bir hesaplama motoru geliştirmeye çalışıyorlardı. Aslında üzerinde çalıştıkları şey birebir aynıydı ve her ikisi de çalışmalarını eşdeğer sonuçlarla yayınladılar. Ama günümüzde Leibnitz’in yöntemini kullanıyor, Newton’a güveniyoruz. Benzer bir durum Nikola Tesla ve Edison arasında da yaşanmış, hatta eşzamanlılık yasasının öngördüğü üzere, benzer faktörler birbirlerini çekerek bu iki adamı aynı çatı altında çalışmaya kadar itmişti.
Benzer bir algıyla, Nietzsche de gerçeğin dairesel olduğunu söylüyor ve makrokozmos ile mikrokozmosun birbirine karşılıklı bağlı olduğunu anlatıyordu. O, bu iki terimi dünya ve insan olarak kullanmıştı ama günümüzde mikro sınırlarımız atomaltı parçacıklara, makro sınırlarımız ise henüz bütününü göremediğimiz evrenlere işaret ediyor.
Nörolog Dr. Sultan Tarlacı’nın 2006 yılında kaleme aldığı makalesi (Jung'un Yanılgısı: Eşzamanlılık Yeni Bir Teori) ise eşzamanlılığı bir yanılgı olarak nitelendiriyor: Eşzamanlılık olayı bir anlamda, adaptasyonun veya alışkanlık olayının kırılmasıdır. Günlük yaşamda olayların akışında, benzer olaylar sıklıkla yan yana gelmezler. Çoğu olaylar "eşzamansızdır". Bu eşzamansızlık, dünyamızdaki olayların doğal bir görünümdür. Dolayısı ile günlük beyin girdisi için normâldir ve buna "alışkanlık" geliştirmiştir. Ortaya çıkan eşzamanlılık bir olay, bu alışkanlığı kırarak beyindeki farkındalık düzeyini arttırır ve ardışık gelen olaylar dizisi beyinde mucize etkisi yaratır. Eğer sürekli eşzamanlılık olaylarının yaşandığı bir dünyada yaşayacak olsaydık, eşzamanlılık olaylara "alışacak/adapte olacak" ve "eşzamansızlıklar" bizim farkındalık düzeyimize ulaşarak mucize etkisi yaratacaktı.
1 Nisan 2014 Salı
18 Mart 2014 Salı
OTİZM, SOLAKLIK VE SAÇ DÖNERLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Otistik bozukluk, çoklu gen kalıtımının rol oynadığı ve anne karnındaki dönemden başlayarak beyin gelişiminin belirgin biçimde bozulduğu gelişimsel bir bozukluktur. Otizm üç yaşından önce başlar ve ömür boyu sürer. Sosyal etkileşimi ve iletişimi kısıtlayan sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açar. Yakın dönem araştırmaları otizmin prevalansını 1.000 kişiye bir ya da iki vaka olarak tahmin eder, aynı araştırmalardaki tahminlere göre OSB yaklaşık 1.000 kişide altı vakadır ve erkeklerde rastlanma oranı kadınlara göre 4,3 kat daha fazladır. Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Ebeveynler genellikle çocuklarının yaşamının ilk iki yılında belirtileri fark eder. Bugüne dek OB’ye özgü fenotipik (Dışyapı; genetik etkenlerin yarattığı özelliklerin canlının dış görünüşündeki yansıması) özellikleri belirleyebilmek de mümkün olamamıştı.
Geçen yıl Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi (DEÜTF) Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’nde otistik bozukluk tanısı almış olan 41 hastada yaptığımız ve Türk Psikiyatri Dergisi’nde yayınlanan çalışmada, otistiklerde saç dönerleri sayısını normallere göre daha fazla bulduk. Özellikle solak otistik bireylerin saç dönerleri başın orta hattından daha uzak yerleşimde bulunuyordu. Bu çalışma, otistiklerin beden yapılarına ilişkin olarak veri sağlayan ve bu anlamda dünya otizm literatüründe yer alan ilk özgün araştırma oldu. Bu sonuçların otizme özgü bedensel özelliklerin belirlenmesine katkıda bulunacağı ve ileride yapılacak daha geniş kapsamlı çalışmalara ışık tutacağı düşünülmektedir.
***********************
Yard. Doç. Dr. Funda Aksu
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi
Anatomi Anabilim Dalı
http://www.turkpsikiyatri.com/default.aspx?modul=tekMakale&gFPrkMakale=887
1 Şubat 2014 Cumartesi
MUTLULUĞU BEKLERKEN ..
Son günlerde insanların yüzlerini çoğu kez asık ve neşesiz görüyorum.. Çevresinde hep mutluluk ve mutlu insanlar olsun isteyen ben için çok can sıkıcı bir durum bu. Çünkü değerli filozof Kant’ın dediği gibi ‘Mutluluğa sırt çevirmek, insan olmaya sırt çevirmektir’ fikrini benimseyenlerdenim..
Geçen ay İş Bankası Yayınları’ndan aldığım ‘Mutluluğun En Güzel Tarihi’- Andre Comte Sponville adlı kitap mutluluk kavramını tarihiyle birlikte yorumladığı gibi, benim de tekrar sorgulamama yol açtı.. Mutluluk Fransizca’da ‘iyi vakit’ anlamına geliyormuş. Ve Yunanlılardan başlayarak, filozofların hemen hepsi, felsefenin mutlu olmaya yardımcı olduğunu öğretmeye çalışmışlar. Öyle ya: Daha iyi düşünmek, daha iyi yaşamayı kolaylaştırır!
Kitaplarını yutarcasına okuduğum ve fikirlerine hayran olduğum en karamsar, en mutsuz filozof Schopenhauer ‘Aforizmalar’ adlı eserinde mutluluğu şöyle tanımlamıştı: ‘Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden kaynaklanan sakin ve neşeli bir mizaç; duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zeka; ılımlı, yumuşak bir istenç ve bunlara uygun olarak, iyi bir vicdan: bunlar, yerini hiçbir rütbenin ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir’. Ve bu konuda son noktayı şöyle koymuştu diğer bir eserinde: ‘Hayatın birinci yarısı, mutluluğa duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık..’ (Arthur Schopenhauer-Aşkın Metafiziği)
‘Mutluluğun En Güzel Tarihi’nde, Andre Comte Sponville ise bize şöyle sesleniyor: ‘Mutlu olmak adına, içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur.”
Mutlulukla ilgili düşünmeye başladığımda, nedense aklıma Samuel Beckett’in ünlü oyunu Godot’yu Beklerken geliverdi birden. Çoklarının anlamsız ve sıkıcı bulduğu bu eser ilk izlediğimde bende, yaşamla ilgili çok derin bir gerçeğin ifade edilmiş hali duygusunu uyandırmıştı. ‘Godot’yu Beklerken’, sonu gelmeyen ve anlamsızlığı daha başından belli olan bir bekleyişin anlatıldığı absürd tiyatronun, üzerinde en çok inceleme yapılmış oyunudur. Oyunun iki ana karakteri, Vladimir ve Estragon. Kısa adlarıyla Didi ve Gogo, Godot’yu beklerler. Godot gelmez. Godot’yu beklerken, Didi ve Gogo arasında zekice olmayan, sıradan, gereksiz ve saçma olarak nitelendirilebilecek konuşmalar geçer ama bu konuşmalar asla anlamsız değildir. Kimileri, yazarın bu oyunda Tanrı kavramının irdelendiğini ve anlamsız bir sözcük olan ‘Godot’’nun ‘God’ (Tanrı) ve ‘Idiot’ (Aptal) sözcüklerinin birleşimiyle türetildiğini öne sürerler, ben oyun boyunca hasretle beklenen şeyin yaşamdaki ‘mutluluk ve sürekli haz duygusu’ olduğunu düşünüyorum.
Hakkında sayfalar dolusu yazı yazılabilecek bu kavramı irdelemeye, her şeyi basit bir dille açıklayan Konfiçyüs ile son vermek istiyorum: “Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte arar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır.”
Mutlulukla kalın..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)