2 Şubat 2010 Salı
ELİF ŞAFAK, MEVLANA VE ‘AŞK’
Geçtiğimiz yılın son aylarında, çok okunan kitaplardan her zaman ciddi anlamda rahatsızlık duymuş, her seferinde bu tür kitapları okumamak için binbir bahane bulan biraz marazi tutumlu bir kitapsever olarak, sırf merak ettiğimden, Elif Şafak’ın ‘AŞK’ romanını elime alıp okumaya başladım ve kısa bir sürede adeta yutar gibi okuyup bitirdim.
Geçmiş dönemlerin kendine özgü yaşantıları ve eski Osmanlı dönemindeki atmosferi okumak bana her zaman çok lezzetli gelmiştir. Belki hatırlarsınız, Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’ adlı eseri, bu tadı veren birkaç kitaptan beriydi eski yıllarda. Buna ek olarak, zaten tarihi bir ekol olan ve felsefesini hep merak ettiğim, elimde yeterince kitap olmasına karşın hiç başlayamadığım Mevlana’nın öğretisi ve hayatı da sunuluyordu bu kitapta.
Romanın günümüzde geçen bölümlerinde, 40 yaşına basmak üzere olan Amerikalı Ella’nın yaşamını irdeliyordu yazar. Ella, üç çocuklu bir ev hanımı ve mutlu bir aile görüntüsündeki en mutsuz bireydi. O güne dek aile kurmak ve çocuk yapmak dışında hiç gerçek bir amacı olmamıştı ve hayatın ‘anlamını’ arıyordu. Kitabın Ella ile ilgili bölümleri, ucuz ve alt kültüre hitabeden, çok satan sabun köpüğü romanların diline kardeşlik eden bir tarzdaydı ne yazık ki. Okurken sürekli olarak bu bölümleri atlayıp Mevlana’yı, öğretisini, Şems ile dostluklarını anlatan bölümleri okumak istedim; ama her zamanki gibi yazarın kurgusuna olan saygım ve romanın sonunda söyleyeceği o müthiş fikri kaçırmamak için, mutsuz ve aşk peşinde koşan Ella’lı bölümleri okumak zorunda kaldım.
Aşk şeriatının 40 kuralından iki numaralı kuralı romanın 64. sayfasında şöyle yazılmıştı Şems’in dilinden: ‘Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omuzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!’.
Kırkıncı kuralı ise romanın son sayfasında, artık aşkı uğruna Avrupa’lara kaçarak gitmiş, iki küçük ve bir de geç ergen olmak üzere üç çocuğunu gözünü kırpmadan geride bırakmış ve sonunda aşık olduğu kişi ölünce Amsterdam’a yerleşmeye karar vermiş özgür ruhlu Ella’nın ağzından okuyoruz: ‘Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, mecazi mi; yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.’
Romanın sonlarına doğru şunu düşündüm: ‘Elif Şafak neden bir Mevlana ve Şems kitabı yazmadı ki? Bunu gayet iyi beceriyor, yani eski dildeki sözcükleri harmanlayıp, bu dünyanın efsanevi dostluklarından ve en sağlam felsefelerinden birini anlatmayı. Neden günümüzde yaşayan bir kadının çok rastlanan türdeki bir yaş dönümü çöküntüsünden kurtuluş çabası hissini veren hikayesini bu lezzetli hikayeye ortak ediyor? Mevlana’nın ‘AŞK’ı ile Ella’nın aşkı aynı kapta, aynı potada, aynı yazıda eriyebilir mi? ‘Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!’ diyen bir felsefeyi kabul edersek, o vakit, nasıl olup da nefsine yenik düşerek ve dünyaya haberleri bile olmadan getirdiği çocuklarına sırtını dönen bir annenin ‘aşk’ını makul görebiliriz?
Bir gün, bir imza gününde falan karşılaşırsam Elif Şafak’a bunu soracağımdan hiç kuşkunuz olmasın.
Uzm. Dr. Funda Aksu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)