Eskiden,
henüz çocukken, başka şehirlere gittiğimizde hiç otelde kalmazdık; tanıdık, akraba,
veya hiç kimse yoksa bir tanıdığın akrabasında yatılı misafirliğe kalınırdı. Otelde
kalmak tümüyle konu dışıydı, daha çok yabancılara özgü bir davranış stili sayılırdı.
Günümüzde
ise, herhangi bir şehirde tanıdıkları olsun ya da olmasın, insanlar artık otelde
kalmayı daha yeğ tutuyorlar. Seküler düzende bireyin istek ve arzuları toplum yaşamının
önünde tutulmaya başladığından beri, başka şehirlerde otellerde kalmak bir bakıma
özerklik ve ayrıcalık sayılıyor. İnsan ilişkilerinin giderek azalması, ekonomik
güçlükler ve seyrekleşen ev ziyaretleri de bu durumu destekliyor ne yazık ki..
Oysa
en güzel otelin bile, ilk andaki pırıltılı görünümünden sonra giderek insanın içine
işleyen bir yapaylık ve zorlama rahatlık barındırdığı fark edilir. En rahat, en
lüks odalarda bile insanı bir süre sonra rahatsız eden bir aidiyetsizlik ve yavanlık
duygusu hakimdir. Dahası, büyük salonlarda, uçsuz bucaksız gibi görünen dizili masalar
ve her türlü yemek ve içeceğin zevksizce birada sunulması -adına açıkbüfe denen
karmaşa!- tabak çatal seslerinin ve kalabalık insan güruhunun çıkardığı sesler,
yemek yeme eylemini de zevksiz ve alelacele yapılan sıradan bir eyleme dönüştürür.
Geçenlerde
okuduğum bir kitap, bu konu üzerine daha derin düşünmemi sağladı: Büyük yazar Goethe,
‘Yaşamımdan Şiir ve Hakikat’ adlı kalın mı kalın romanında, çok değer verdiği babasının
otellerden nasıl da ‘nefret ettiğini’ şöyle anlatıyor: ‘Babam nadiren metafor kullanan biriydi, bunu da çok neşeli ise yapardı,
zaman zaman tekrarladığı şey şuydu: Her
otelin kapısında büyük bir örümcek ağının gerili olduğunu görür gibi olurmuş, bu
ağ büyük ustalıkla örülmüş olduğundan böcekler içeri girebilir, fakat en ayrıcalıklı
yaban arıları bile zarar görmeden dışarıya çıkamazlarmış. İnsanın alışkanlıkları
veya yaşamında hoşa giden şeylerin hepsinden vazgeçip, otel sahibinin veya garsonun
keyfine göre yaşaması yetmezmiş gibi, bir de üstüne para vermek zorunda kalmak ona
korkunç gelirdi. O eski zamanların konukseverliğini beğenir, eve gelenlere konuksever
bir tavır sergilerdi..’. Bunun üzerine babasından çok etkilenmiş olan genç Goethe,
başka kentlere gittiğinde otelde kalmak yerine muhakkak çeşitli evlerde konuk olarak
kalmayı seçer. Gittiği evlerdeki insanlarla yeni tanışıyor olsa da, yoksul olsalar
ve konfor yetersiz olsa da, konuk olmaktan büyük keyif duyar.
Ne
zaman görünüşte aşırı lüks, ama kabalığı ve zevksizliği içinde gizlice
barındıran büyük bir otele gitsem, hep o şiirdeki gibi bir misafirliği düşlüyorum:
Bir
misafirliğe gitsem,
Bana
temiz bir yatak yapsalar;
Her
şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...
Kalktığımda
yatağım hala lavanta koksa
Kekikli
zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde
olduğumu hatırlamasam
Hatta
adımı bile unutsam...
Melih
Cevdet ANDAY
Fundacım ne güzeldi, misafirlik günleri... Hatırlıyormusun Ordu^yu...Fındıkzade'yi...Kumburgaz'ı...ne çok eğlenirdik.
YanıtlaSilHatırlamaz mıyım Lale Ablacım, ne güzel günlerdi..Misafirliğin en güzel zamanlarıydı onlar..Çok özlüyorum o günleri..
YanıtlaSil