23 Eylül 2010 Perşembe

PROUST GİBİ DÜŞÜNMEK

Alain De Botton benim son gözde yazarlarımdan biri. Bir arkadaşımın tavsiyesiyle aldığım kitaplardan ikisini tamamladım, şimdi sıra üçüncü kitapta. Modern bir filozof edasıyla, öyle nüktedan, öyle lezzetli yazıyor ki, her kitabın sonunda üzüntü duyuyorum: ‘İşte bu da bitti’ diye..


Banu Tellioğlu’nun Fransizca’dan mükemmel bir çeviri ile dilimize kazandırdığı ikinci kitabın adı sadık klasik edebiyat okurlarını ilk görüşte çarpacak cinsten: ‘Proust yaşamınızı nasıl değiştirebilir?’

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı ünlü eserini iki yıl önce kütüphanesine özellikle YKY yayınlarından ‘garanti çeviridir’ diye alıp koymuş, ve hatta ilk kitaptan 50 sayfa kadar okuyup cesareti kırıldığı için tekrar yerine göndermiş benim gibi obsesif bir okur için bulunmaz bir kitaptı.. Evet, Proust’u hakkını vererek okumak için uygun zaman kollayan ve hala okuyamamış benim gibi fazla titiz okurlar, sözüm size: Artık bu kitap sayesinde cesaretinizi tekrar kazanabilirsiniz! 

Şaka yapmıyorum, gerçekten bu kitap beni rahatlattı. Hele hele, kitabın 182. sayfasında (sondan 9. sayfa oluyor) ‘Kendine Ait Bir Oda’ adlı müthiş kitabın yazarı Virginia Woolf’un da benzer şeyleri yaşadığını okumak, deyim yerindeyse bana ‘ilaç gibi geldi’.. Woolf, 1919 yılında Proust’ın Kayıp Zamanın İzinde’sini alıyor, kütüphanesine koyuyor ama her nedense okumaya 1922 yılında karar veriyor. Yani tam üç yıl sonra! (Tamam, artık Woolf ve diğerleri kadar marazi olduğumu kabul ediyorum). M. Forster’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor: ‘Herkes Proust okuyor. Ben de sessiz sessiz oturup onların yorumlarını dinliyorum. Onu okumak müthiş bir deneyim olmalı’. Ancak Woolf, Proust’un romanında onu bir şeylerin boğmasından korktuğu için okumayı hep erteliyor. Roman onun için, iplik ve tutkalla birbirine yapıştırılmış kağıt parçaları değil bir bataklık adeta: ‘Dibe, dibe, en dibe kadar gideceğim ve bir daha yukarı çıkamayacağım duygusuna yenik düşüyor, bu korkunç duygu yüzünden kıyıda titreyerek bekliyorum’ diyor. Ancak sonunda suya dalma cesaretini gösteriyor! 

İşte bu kitap bende aynı cesareti uyandırdı. Kısmetse De Botton’ın üçüncü kitabından sonra Proust Yedilemesi’ne başlıyorum (Allah’ım sen bana kuvvet ver! ).

De Botton, gerçekten de, Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanı ve yaşantısından kesitlerle yaşamımızı değiştirmeye niyetli bu kitabında. Kendi açımdan, yaşamımda olmasa bile, fikirsel anlamda bazı düşüncelerimde değişime neden olması nedeniyle başarılı buldum kitabı. Proust’la birçok ortak noktamızın olduğunu görmek de ayrıca bir tür sevinç, ama aynı zamanda üzüntü kaynağıydı (Adam basbayağı nevrotikmiş, o yüzden üzücü; ama tabii değerli bir insan olduğu su götürmez, bu da sevindirici tarafı..) 

Mesela Proust’un henüz yaşarken söylediği şu sözü ne de anlamlı: ‘Herkes edebiyat, resim ve müzik aşkının giderek yaygınlaştığını düşünüyor ama ne yazık ki bunlardan anlayan bir tek insan bile yok’..

De Botton sayesinde, Proust’un bilgeliğe varmak için bize iki yol önerdiğini de öğrendim bu kitaptan: ‘Bir öğretmen sayesinde, acı çekmeden varılan bilgelik ve hayat sayesinde acı çekerek varılan bilgelik’. Ona göre ikinci yöntem çok daha üstün tutulmalıymış.. Acıların bizleri geliştirdiğine bir kanıt daha işte.. Omurgası kırıldıktan sonra acılar içinde yaşamını sürdürürken en güzel resimlerini yapan Meksikalı bilge kadın ve müthiş ressam Frida Kahlo’yu da anmadan geçemeyeceğim burada. Resimleri insanın içine işleyecek denli duygu dolu ve bilgece yapılmıştı..

Kitap, her şeyi bir yana, bana birkaç kez kahkaha attırdı, bunun için bile alınıp okunmaya değer olduğunu düşünüyorum Beni çok güldüren bölümlerden birinde, Proust’un önceleri kendi burjuva yaşamından kimselerle değil de, daha üstün saydığı aristokratlarla dostluk kurma özentisine dikkat çekiyor yazar. Hatta öyle ki, ajandasında sadece değer verdiği aristokrat dostlarının ismini ve adreslerini yazacak kadar.. Ancak içlerine onları yakından tanıyacak kadar girebildiğinde, çoğunun ne kadar kaba, zerafetten yoksun, dedikoducu ve iğneleyici insanlar olduğunu görür. Bu noktadan itibaren görüşleri dramatik bir şekilde değişir. Şöyle demiş Proust henüz okumadığım o muhteşem kitabında: ‘Aristokratlarla karşılaştığımızda yaşadığımız böylesi korkunç deneyimler, seçkin diye adlandırılan ama tanıştığımız zaman kaba saba birer asalak olduklarını anladığımız bu kişilerin peşinden koşmaktan vazgeçirebilir bizi. Öyle görünüyor ki, yüksek kademeden kişilerle ilişki kurmaya duyulan züppece özlemi bir kenara bırakmak kendi adımıza hayırlı olacaktır’.

Asıl çok güldüğüm bölüm daha sonra geliyor: Madam Sert adında bir kadın yazdığı mektupta Proust’a açık açık bir snob olup olmadığını sormuş. Proust’un yanıtına bakın lütfen: ‘Alışkanlıktan bana uğrayıp hatırımı soran az sayıda dostum var; bunların arasından bazen bir dük ya da bir prens çıkıyor ama genelde dostlarım başka insanlar, örneğin bir uşak ya da bir şoför. Seçim yapmam çok zor. Uşaklar düklerden daha eğitimliler, daha iyi Fransızca konuşuyorlar ama daha etiket meraklısı oluyorlar. Üstelik daha az basit ve çok daha alınganlar. Günün sonunda insan bir türlü karar veremiyor. Yine de şoför daha seçkin’. 

Ben bu kitap sayesinde De Botton ve Proust’a bayıldım, size de tavsiye ederim. İçinde bulunduğumuz günlerin kargaşasında da iyi gider hem.

Sevgiyle kalın..