Çocukluğumda bana büyüyünce ne olacaksın diye soranlara ‘Ya matematikçi ya da müzisyen olacağım diye yanıt verirdim. Gel zaman git zaman, okuldaki başarılarım nedeniyle öğretmenlerim ve ailemin yoğun isteği sonucunda tıp fakültesini kazandım. O gündür bugündür, sürekli koşturuyorum.. Geçen hafta, bu yaşadığım koşturmacanın temelinde yatan şeyin salt ‘doktor olmanın ve insanlara yardım etmenin ya da bir şeyler öğretmenin verdiği haz’ mı yoksa ‘statü endişesi’ mi olduğunu sorguladım. Bu sorgulamayı yapmamın nedeni, modern filozoflardan Alain De Botton’un ‘Statü Endişesi’ kitabıdır ki okuduğum yazara ait kitapların içinde en ilginç olanıydı.
Statü sözcüğü, bir anlamıyla kişinin toplumdaki konumunu, diğer anlamıyla, kişinin, başkalarının gözündeki değerini ifade eder. Ne yazık ki doğduğumuzdan itibaren kendimize ilişkin düşüncelerimiz, başkalarının yargılarına bağlanmıştır. İnsanların bizi övmeleri iyi, yermeleri ise kötü gelir. Zamanın, toplumun, ailenin ve yeteneklerimizin çerçevesinde, kendimize ait başarılı insan modelini oluşturamadığımızda derin bir endişe yaşarız. Bu noktada, başkalarının bizim için ne düşündüğü önem taşır.
Alain De Botton’a göre, günümüzde statü sahibi olmak, çoğunlukla, maddi başarı elde etmek anlamındadır. Statü, maddi getirisinin yanı sıra bize, önemli ve değerli olduğumuz duygusunu da verir. Bütün bunlar elde edilemediğinde ise, statü endişesiyle karşı karşıyayız demektir.
Günümüzde statü peşinde koşmak kadar, snopluk ya da ayırımcılık yapmak da geçerli bir davranış şekli haline geldi. Snopluk, insanları değerlendirirken statü odaklı bir yaklaşım sergilemektir. Snoplar (ya da ayırımcılar) bizim kim olduğumuzla değil, statümüzle ilgilenirler. Oysa kendi duruşundan emin olanların başkalarını aşağılamaya ihtiyaçları yoktur. Snopluğun ardında histerik bir korku yatmaktadır; kendini beğenmişlik ve kibrin asıl nedeni, derin bir korkudur.
De Botton bu konuda şöyle diyor: ‘Alçak statü sahibi olmanın maddi cezası yoksulluksa eğer, snopça bir dünyanın cezası da önem simgelerine sahip olmak için kıvranıp dururken hissettiğimiz o aşağılık duygusu ve uzaklara dalıp giden bakışlarımız olacaktır..’
Peki çözüm nerede?
Felsefeyi hayatımızın köşe taşlarından biri haline getirmek, en iyi çözüm olabilir. Filozoflar bu konuda şöyle diyor: ‘Başka insanların yargılarını eni-konu ele aldığımızda, önce bizi biraz üzen ama ardından yüreğimizi ferahlatan bir sonuca varırız: Toplumun çoğunun görüşleri, çoğu konuda, olağanüstü yanılsamalı ve hatalıdır aslında.’
Diğer bir çözüm yolu da sanat ve mizah ile iç içe yaşamaktır; ‘Çünkü sanat tarihi, statü sistemine yöneltilen (ironik, öfkeli, lirik, melankolik ya da eğlenceli) meydan okumalarla doludur ve mizah da bize, dünyada en az bizim kadar kıskanç ve toplumsal alanda yara almış başka insanların da yaşadığını hatırlatır.’
Beklentilerimizin sayısını azaltmak da bizi statü endişesinden uzaklaştırıp, kendimize olan saygımızı artırmamızda yardımcı olacaktır. ‘İnsan, vazgeçebildiği eşya oranında zengindir’ diyen ünlü İngiliz şair ve filozof Henry Thoreau (1845), tüm yaşamını kendi inşa ettiği bir orman kulübesinde az sayıda eşya ile geçirmiş ve bu yaşamın kendisini çok daha fazla mutlu kıldığına dair yazılar yazmıştır. Günümüzde de benzer şekilde, 100 adet kişisel eşya ile yaşamanın insanı mutlu kıldığına dair yazılar yazılmakta, hatta dünyada bu akımı hayat görüşü haline getirmiş kitleler bulunmaktadır.
Jean Jacques Rousseau’ya göre tatminkar bir yaşamın en temel gerekleri, aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, başkalarına duyulan merak, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdır.
Son sözü İngiliz şair Edward Young’a bırakıyorum:
Bilge, asil, hükümdar, kral, fatih,
Ölüm diz çöktürüyor bunların her birine
Bir saatlik zafer için bunca hırgür niye?
Neden zenginliğin sığ sularında yürüyor,
Şöhrete kapılıp gidiyoruz?
Yeryüzünün son durağı:
‘Burada yatıyor’ yazısı,
Ve en asil şarkısı: ‘Küller küllere’..