19 Aralık 2012 Çarşamba

KIZINDAN BABAYA MEKTUP


Kuzenim, dayımın kızı Lale Ablam (Lelen Abla diye seslenirmişim küçükken!) pekçok yetişkin kız çocukla beraber babasına yani dayıma mektup yazmış, üç blogger kişisi de almış bu mektupları  kitap haline getirmiş; bu harikulade kitabın adı, İmza: Kızın. Daha önceden yayımlandığını öğrendiğim kitabı Remzi Kitabevi’ni dolaşırken gördüm ve hemen aldım. Tabii alelacele dayıma yazılmış bölümü açtım, okudum, haliyle kitapta akrabam ve tanıdığım tek kişi o olduğundan mütevellitJ
Ortak anılarımızı da hatırlayıp kah gülümseyip kah duygulanarak, azıcık da gözlerim ıslanarak okudum yazıyı. Sonra sevinçle anneme ve babama okutmak üzere yola çıktım..
Babam yazıyı okuduktan sonra, 'neden senin de yazın yok?' diye sordu. Haberim yoktu, bilmiyordum vs dedikten sonra, ‘Olsun ben de sana bloğumda yazarım babacığım’ dedim ve işte şimdi yazıyorumJ
Sevgili Babacığım,
Hatırlar mısın, küçükken, ilkokulda sana bir şiir yazmıştım ve yıllar sonra bile o şiir hepimizi güldürürdü:
Babam evin reisi,
Var mı onun gibisi,
Bizim için çalışır,
Bize istediğimizi alır.
Bu kısa ve öz şiiri yazdığımda annem, ‘kızım ben almıyor muyum?’ şakadan diye serzenişte bulunmuştu:)
Sen hep bana doğruluğu, dürüstlüğü ve erdemli insanın olmanın önemini anlattın. ‘Devletin bir toplu iğnesini aşırmakla, milyonlarca lirayı aşırmak arasında mentalite olarak hiç fark olmadığını’ senden öğrendim. Bu yüzden işyerinde sorumlu olduğum sağlık bölümünde dolaplar dolusu yara bandı varken, kendi yara bandımı bile gidip marketten aldım..Üstelik en yakın arkadaşımın ‘sen enayisin’ deyişine hiç aldırmadan..
Başka aileler bize ziyarete geldiğinde misafir çocuklarla tüm oyuncaklarımı paylaşmayı ve onlara ne yaparlarsa yapsınlar iyi davranmayı; cinsiyet, din, fikir ayrımı yapmamayı da senden öğrendim ve bilmiyordum ki bu öğrendiklerim tüm yaşamıma damgasını vuracaktı..
Okulda başarısız olmamın ölçüsü 10 üzerinden 8 almaktı ve ben 8 alırsam sana söylemekten çekineceğim ve seni üzeceğim için hep 10 almaya çalıştım, ve sonuç: hep okul birincisi oldumJ
Kitapları her seferinde bir-iki tane değil, seri olarak aldığın için Can yayınları ve Arkadaş yayınları çocukluğumun en cici, en yakın arkadaşları oldular, onlarla büyüdüm, onlarla hayatı, insanları öğrendim..
Müzik sevgimi pekiştiren olay, ilk çocukluğumda Tokat’ın Turhal ilçesinde yaşarken, taa Ankara’dan o zamanın en iyisi ‘Zenger’ marka mandolini alman olmuştu, müziği o kadar sevdim ki, hala hayatımın en değişmez ve en nadide parçalarından bir tanesi..
Ve babacığım, senin bana öğrettiğin belki de en değerli ve en önemli şey; insanları, tüm canlıları sevmek, ama hep sevmek; herşeye rağmen sevmekten vazgeçmemek oldu..
Babacığım iyi ki varsın, seni çookkk seviyorumJ
İmza: Tacımış’ınJ

 

28 Eylül 2012 Cuma

MUTLULUK VE MİMARİ*



*Alain De Botton’un aynı isimli kitabından alıntı..(Orijinal adı Architecture of Happiness)


Yaşadığımız kentin, oturduğumuz evin bulunduğu sokağin, hergün geçtiğimiz yollarda gördüğümüz bina ve dükkanların, evimizin iç mimarisinin üzerimizde yarattığı etkiyi hiç düşündünüz mü?
Günümüz modern filozoflarından biri olan Alain De Botton, çevremizdeki mimarinin mutluluğumuzun tamamında değil belki ama, bir bölümünde mutlak etkisi olduğunu ileri sürüyor. Mutluluğun Mimarisi adlı kitabında şöyle diyor: ‘Çirkin bir oda hayatımızda bir eksiklik olduğuna dair hafif kuşkunun birdenbire kuvvetlenmesine yol açarken, zemini bal rengi taşlarla kaplı, aydınlık bir oda içimizdeki ufacık bir umut tohumunun yeşermesini sağlıyor.’
Bu sava tüm kalbimle ve beynimle katılıyorum; her gün sabah uyandığımızda pencereden gördüğümüz manzara, günün geri kalanını nasıl geçireceğimize dair belirgin ama çoğu kez farketmediğimiz bir etki bırakıyor. Hatta bir yere giderken geçtiğimiz yoldaki güzel yapılar, gidilen yerde mutlu olacağımız hissinin uyanmasına neden oluyor.
Peki dış çevrenin görüntüleri ve mimari bizi ne zaman belirgin şekilde, gerçekten etkiler? De Botton’a göre, ‘Ruhumuzda asla silinemeyecek bir yara izi taşıyorsak, örneğin yanlış insanla evlenmişsek, orta yaşa gelip de yanlış meslek seçtiğimizi farketmişsek ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmişsek, ancak o zaman mimarinin bizi fark edilir biçimde etkilemesi mümkündür. Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur. Bunların güzelliğinden etkilenebilmek için her şeyden önce biraz acı çekmiş olmamız gerekir.’
De Botton’a göre mimarinin önemli olduğu düşüncesi şu temele dayanıyor: Bizler farklı yerlerde yaşayan, iyi ya da kötü, birbirinden tamamen farklı insanlarız; mimarinin görevi de bizlere ideal yaşantımızın nasıl olabileceğine ilişkin bir fikir vermek. Bunu daha çok yer değişikliği yaptığımızda, örneğin başka bir kente geziye gittiğimizde veyahut deniz kenarına tatil yapmaya gittiğimizde hissedebiliriz. Manzaranın’ bize ne kadar iyi geldiğine dair yaptığımız yorumlar bir nev’i bunun kanıtıdır.
Yaşam sadece denge ve mutluluktan da ibaret değil. Kendimizi gerçekleştirmek en önemli psikolojik ihtiyaçlarımızdan. Bu nedenle ideallerimizi, sahip olmadığımız ancak sahip olmak istediğimiz nitelikleri barındıran mimari yapılara hayran kalıyoruz. Onların içinde kendimizi yücelmiş hissediyoruz. Davranışlarımızı o ideallere yaklaşmak adına yeniden disipline ediyoruz.
Son sözü gene De Botton’a bırakıyorum:
‘Mimari sayesinde mutluluğun şatafatsız, kendi halinde, narin nesnelerin güzelliğinde saklı olduğunu anlarız. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara.’
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Eski Bir Tapınak Yazıtı


Gürültü patırtının ortasında sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çaliş. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun, bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol. Telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver.

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen. Hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanların Yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsalın tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir. Aşka burun kıvırma sakın. O çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.

Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakabileceğin en büyük miras dürüstlüktür.

Yılların geçmesine öfkelenme. Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla.

Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir. Ara-sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol.

Hatırlar mısın doğduğun zamanları. Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, şefkatli, bağışlayıcı ol. Eninde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki bütün pisliğine rağmen dünya, insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.
 
Xsentius, M.Ö. IX. yy.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

BİR MİSAFİRLİĞE GİTSEM..


Eskiden, henüz çocukken, başka şehirlere gittiğimizde hiç otelde kalmazdık; tanıdık, akraba, veya hiç kimse yoksa bir tanıdığın akrabasında yatılı misafirliğe kalınırdı. Otelde kalmak tümüyle konu dışıydı, daha çok yabancılara özgü bir davranış stili sayılırdı.
Günümüzde ise, herhangi bir şehirde tanıdıkları olsun ya da olmasın, insanlar artık otelde kalmayı daha yeğ tutuyorlar. Seküler düzende bireyin istek ve arzuları toplum yaşamının önünde tutulmaya başladığından beri, başka şehirlerde otellerde kalmak bir bakıma özerklik ve ayrıcalık sayılıyor. İnsan ilişkilerinin giderek azalması, ekonomik güçlükler ve seyrekleşen ev ziyaretleri de bu durumu destekliyor ne yazık ki..
Oysa en güzel otelin bile, ilk andaki pırıltılı görünümünden sonra giderek insanın içine işleyen bir yapaylık ve zorlama rahatlık barındırdığı fark edilir. En rahat, en lüks odalarda bile insanı bir süre sonra rahatsız eden bir aidiyetsizlik ve yavanlık duygusu hakimdir. Dahası, büyük salonlarda, uçsuz bucaksız gibi görünen dizili masalar ve her türlü yemek ve içeceğin zevksizce birada sunulması -adına açıkbüfe denen karmaşa!- tabak çatal seslerinin ve kalabalık insan güruhunun çıkardığı sesler, yemek yeme eylemini de zevksiz ve alelacele yapılan sıradan bir eyleme dönüştürür.
Oysa, tanıdık bir evde, ev sahibiyle oradan buradan sohbet ederek yenen mütevazi bir yemek, güleryüzlü sohbetle süslenen bir çay saati ve dar ya da rahatsız bile olsa özenilerek, sizin için yapılmış olduğunu bildiğiniz tertemiz bir yatakta yatmak gibisi yoktur..
Geçenlerde okuduğum bir kitap, bu konu üzerine daha derin düşünmemi sağladı: Büyük yazar Goethe, ‘Yaşamımdan Şiir ve Hakikat’ adlı kalın mı kalın romanında, çok değer verdiği babasının otellerden nasıl da ‘nefret ettiğini’ şöyle anlatıyor: ‘Babam nadiren metafor kullanan biriydi, bunu da çok neşeli ise yapardı, zaman zaman tekrarladığı şey şuydu: Her otelin kapısında büyük bir örümcek ağının gerili olduğunu görür gibi olurmuş, bu ağ büyük ustalıkla örülmüş olduğundan böcekler içeri girebilir, fakat en ayrıcalıklı yaban arıları bile zarar görmeden dışarıya çıkamazlarmış. İnsanın alışkanlıkları veya yaşamında hoşa giden şeylerin hepsinden vazgeçip, otel sahibinin veya garsonun keyfine göre yaşaması yetmezmiş gibi, bir de üstüne para vermek zorunda kalmak ona korkunç gelirdi. O eski zamanların konukseverliğini beğenir, eve gelenlere konuksever bir tavır sergilerdi..’. Bunun üzerine babasından çok etkilenmiş olan genç Goethe, başka kentlere gittiğinde otelde kalmak yerine muhakkak çeşitli evlerde konuk olarak kalmayı seçer. Gittiği evlerdeki insanlarla yeni tanışıyor olsa da, yoksul olsalar ve konfor yetersiz olsa da, konuk olmaktan büyük keyif duyar.
Ne zaman görünüşte aşırı lüks, ama kabalığı ve zevksizliği içinde gizlice barındıran büyük bir otele gitsem, hep o şiirdeki gibi bir misafirliği düşlüyorum:
Bir misafirliğe gitsem,
Bana temiz bir yatak yapsalar;
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...
Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam...
Melih Cevdet ANDAY

2 Nisan 2012 Pazartesi

UMUDUN PARLADIĞI ANLAR


Yıldızın Parladığı Anlar adlı müthiş kitabın yazarı olan Stefan Zweig, Montaigne’in ölümünden yaklaşık dört yüz yıl sonra, hümanizmin bu büyük ustası üzerine bir deneme kaleme aldı. Bu dönemde Zweig, kitaplarının Almanya’daki Naziler tarafından yakılmasıyla vatanını terketmek zorunda kalmış ve eşiyle birlikte Brezilya’ya yerleşmişti. Umutsuzluk dünyanın her yerinde kol geziyordu. Zweig, ülkesinde şahit olduğu onca kıyım arasında, kanın gövdeyi götürmesine neden olan taraflardan birinde yer almayarak; ‘ahlaki ve manevi bağımsızlığını koruyabilmeye’ başka deyişle ‘kendisi olmak ve kendisi kalmak uğruna mücadele etmeye’ çalışmıştı.

Zweig’ın bu dönemde yazdığı gibi ‘kitle çılgınlığının doruğa vardığı, insanı insan kılan değerlerin ayaklar altına alındığı, her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hala kararlı olan insan, ne yapabilirdi? Nereden yardım alabilirdi? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilirdi? Her şeyden önce, insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilirdi?’

Zweig aradığı umut ışığını Montaigne’de buldu. Büyük yazar Montaigne’nin yüzyıllar öncesinde yaptığı gibi, insanı insanda aramaya ve bu büyük yazarı anlamağa karar vermişti.  Montaigne için yazdığı kitabın ilk giriş tümcesi unutulacak bir tümce değildi:

‘İnsana her yaşında ve hayatın her döneminde seslenebilen yazarların sayısı azdır- Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli bir zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamlarıyla açarlar. Montaigne, onlardan biri. Onu doğru değerlendirebilmek için insanın çok genç, deneyimlerden ve hayal kırıklıklarından yoksun olmaması gerekir; Montaigne’nin özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı olacağı kuşak ise bizimkisi gibi kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır.’

Bu zor zamanlarda Zweig’ın Montaigne’in bilgeliğine sığınmasının ortak bir nedeni vardı: ‘Dünyanın gerçek anlamda insancıl kılınması arzusu’.

Savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan ‘Ego’suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir.’ Yargılarına boyun eğdiği kendi yasaları ve kendi mahkemesinin varlığı, Montaigne’in en büyük içsel hazinelerinden biriydi.

Peki, kendi içsel yasalarının dışarıda kabul görmediğine, insanı insan yapan değerlerin alaşağı edildiğine tanık olan ve umutsuzluğa düşen günümüz aydınları ne yapmalıdır?

Emre Kongar, Mart 2012’de Stefan Zweig usta için kaleme aldığı köşe yazısında bizlere şöyle sesleniyor:

‘Bir aydın asla umutsuzluğa düşmez, düşmemelidir… Çünkü tarih önünde, bilimin ışığında, insanlığın ve toplumunun karşısında, iyiyi, doğruyu, güzeli, temel insan hak ve özgürlüklerini, barışı, demokrasiyi savunmaktadır…

 Ve bir gün mutlaka, ama mutlaka, bu savaş kazanılacaktır!’

7 Ocak 2012 Cumartesi

MERAKLI GÖZLER



Bundan yıllar evvel Doğan Cüceloğlu'nun Savaşçı’ adlı kitabını okumuştum. Bir insanın hayatı boyunca karşılaşacağı zorlukları yenmeğe çalışırken nasıl bir kişilik sergilemesi gerektiği ve hayatı zorluklarla beraber mutlu kılmanın nasıl olacağı üzerine yazılmış, dili oldukça akıcı ve hoş bir kitaptı. Okuyup hayran olduğum ve kendime dersler çıkardığım Savaşçı’nın,  daha sonraları bir arkadaşımdan duyarak merak sardığım ve yedi kitabını okuduğum Carlos Castenada’nın ‘Don Juan’ (Bu tarihteki o bildiğiniz Don Juan değil! J) serisiyle aynı fikre sahip olduğunu öğrendim. Bazı çevreler bunun ‘aynı fikirde olmaktan öte’ tıpatıp aynı eseri kopyalamak olduğunu da söylemişler idi de o zamanlar ben bununla fazla ilgilenmemiştim. Ve fakat bu söylenti ve tanık olduğum bu kopyalama işi, aslında bir ‘Savaşçı’da bulunmaması gereken bir özellikti, bunu da yazarken şimdi farkettim.. İnsan sürekli, konuşurken, yazarken, ve hatta yaşarken yeni şeyler öğrenip keşfedebiliyor!. En nihayetinde, Doğan Cüceloğlu'nu ve kitaplarını severdim, hala da severim..  
Savaşçı’da en sevdiğim bölüm ‘Gerçekte Kimsiniz?’ başlığını taşıyordu. Buna verilecek yanıtlar: Benim adım şu, soyadım bu, mesleği doktorluk olan biriyim, falanca ailenin çocuğuyum, Türküm vs olurdu normal şartlarda. Ama yazar şöyle diyordu, ‘isminiz, kimin çocuğu olduğunuz, hangi milletten olduğunuz, cinsiyetiniz vs. den bağımsız olarak; başka deyişle, tüm etiketlerden ve elbiselerden sıyrıldığınızda geriye kalan siz, kimsiniz?’..
Bir süre düşündükten sonra ‘ben etrafına ve bütün dünyaya meraklı gözlerle bakan, herşeyi ama herşeyi keşfedip edip bilmek isteyen ‘MERAKLI GÖZLER’im dedim kendi kendime J
Yakın arkadaşım ve üniversitemizin de sevgideğer doktorlarından Müjde (Soytürk)’ye de aynı soruyu yönelttim birgün sohbet ederken. Şaşırdı, her zamanki gibi gözlerini derinlere dikip uzun uzun düşündü ve hemen oracıkta kağıdın üzerine birkaç dize karaladı..
Onun bu tarzına hep hayran kalmışımdır: Sorduğunuz en basit, en ucube soruyu bile ciddiye alır, üzerine kafa yorar ve mutlaka ama mutlaka felsefi bir sonuca varırJ
Yazdığı dizeleri hala saklarım, şöyle diyordu şiir:
Ben Kimime Ani Yanıt
Bedeninin ve kimliğinin dışında özgürce yaşayan bir ruh
İşte ben buyum
Bir ruh...
Hayal toprağı,
Düş gezgini,
Çocukluk simsarı.
Hain bir hırsız oyunları çalan ve bölüştüren,
Bir arı,
Bir köprüyüm gözleri açan birbirine.
Bedenim ve kimliklerim
Sadece bedenim ve kimliklerimdir,
Ben ise bir ruhum tutsakken özgürce dolaşan.
(Teşekkür ederim meraklı gözler,
Teşekkür ederim.
Düşlerin benim -iyi ve kötü- unutma.)
Besinim ekmek peynir değildir
Sanıldığı gibi;
Bir bakıştır şaşkın,
Kendini ele veren bir el hareketi
Ya da bir söz aslını gizleyen,
İnsan yerim ben acıtmadan
İnsan yerim karışmadan.
Bir ruh,
Diğer beden ve kimliklerin tutsaklarını arayan.

Sevgili Dostum böyle güzel bir şiirle yanıt vermişti sorduğum soruya.
Peki ya siz kimsiniz, hiç düşündünüz mü?