Tolga Yıldız’ın 'Sosyal Bilimlerin Krizi Psikoloji Örneği' adlı bir makalesini okudum (https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/04/07/sosyal-bilimlerin-krizi-psikoloji-ornegi/), oldukça akıcı ve kışkırtıcı bir makale yazmış. Google Amca’nın verdiği bilgilere göre İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Psikoloji bölümünde Araş. Gör. Dr. olarak çalışıyormuş.
Yazının çoğundan hoşlanmakla beraber, aşağıya alıntıladığım bazı yerlerinde yanlış ya da kasti olup olmadığını anlayamadığım hatalar yapılmış olduğunu düşünüyorum.
Şöyle diyor ilk paragrafta:
‘Sosyal bilimler derin bir krizin içinde. Bu kriz, ilk önce, dünyanın en saygın psikoloji dergilerinde yayınlanmış olan araştırma raporlarının yüzde 90’ının tekrarlanamadığı tespiti ile su yüzüne çıkmıştı (Replication Crisis, 2018). Böylece bir bilim disiplini olan psikolojinin, bilimsel yöntemin ilk kuralı olan “bir gözlemin bilimsel sayılabilmesi için aynı koşullarda bağımsız gözlemciler tarafından da tekrarlanabiliyor olması” kuralını on yıllardır ihlal etmekte olduğu anlaşıldı. Kısa zaman içinde bu sorunun sadece psikolojiye has olmadığı da görüldü. Sosyal olguları araştıran tüm bilim disiplinlerinde genel bir “disiplinsizlik” hali artık ilk bakışta göze çarpıyordu. Peki, neden? Böyle bariz bir hata nasıl bu kadar örgütlü bir şekilde hem de on yıllar boyunca sürdürülmüş ve görmezden gelinmiş olabilir?’
Şimdi burada bir çarpıtma veya algıyı yönlendirme diyebileceğimiz bir düşünce silsilesi var. Saygın dergilerde yayımlanan her çalışmanın aynı koşullarda ve aynı sosyal grupta yapılsa dahi, farklı sonuçlar verebilme ihtimali her zaman vardır zaten. Hele bunu dünyanın farklı bölgelerinde, farklı sosyal gruplardan ve yaştan insanlarda yapıyorsan zaten aynı sonuç çıkmasını da çok bekleyemezsin. Bu bir ‘disiplinsizlik’ hali değil, aslında tam anlamıyla bilimin kendisidir. Bilim zaten kendini tekrar etmeme üzerine kuruludur.
Bir başka yerde şöyle demiş:
‘Öğrenme, DNA’ya kodlanmaz, DNA’yı değiştirmez, bir sonraki kuşağa aktarılmaz ama aynı DNA’ya sahip olan nöronlar arasındaki ilişkileri değiştirir. Bu yeni sinir organizasyonunun öyle olmasının sebebi, artık sadece DNA’dan kaynaklı değildir. Nöronlar arası ilişkiler de etkilidir. Bu ilişkiler ise o bireyin çevresine uyumu sırasında kurulmuştur.’
Oysa epigenetik diye bir şey var: Epigenetik, DNA diziliminde herhangi bir değişiklik olmaksızın kromatin ve DNA’da reverzibil nitelikte meydana gelen moleküler değişiklikleri kapsayan kalıtsal mitotik çalışmalar olarak tanımlanır. Başlıca epigenetik süreçler metilasyon, kromatin modifikasyonu, fosforilasyon, ubiquitinilasyon ve sumuilasyondur. Bunlar arasında, DNA metilasyonu ile kromatin modifikasyonu en iyi bilinenidir. Kromatin, çekirdekte bir araya getirilen bir protein (histon) ve DNA kompleksidir. Bu kompleks, mikroRNA’lar ve küçük RNA interferansı (RNA girişimi) gibi bazı RNA formları, enzimler ve asetil gruplar gibi maddeler tarafından değiştirilebilir. Bu değişiklikler gen ifadesinin etkilenmesine neden olarak kromatin yapılarını da değiştirir. Öğrenilmiş stres ve kaygı bozukluğunun 3 kuşak boyunca aktarildığına dair çalışmalar var (Franklin TB, Linder N, Russig H, Thöny B, Mansuy IM. Influence of early stress on social abilities and serotonergic functions across generations in mice. PLoS One 2011; 6(7): e21842.).
Başka bir yerde de şunu yazmış:
‘Kültürel davranış biyolojiye indirgenirse, bu, otomatikman atomların roman yazdığı, nötronların ibadet ettiği saçmalıklarına götürür bizi. Çünkü biyoloji neden fizikleştirilemesin ki. Bazı atomlar canlı olmayı mı seçerler! Yeni çağ bilimcilerine göre dinler saçmalık ama bu bilimci animizm çok mantıklı. Evrenin her 1035 metresinde fiziğin standart modeli işler. Bu yazıyı yazarken de okurken de hiçbir şey bu modele aykırı değildir. Ancak bu model, neden böyle şeyler yazdığımı ve bu sembolleri nasıl algıladığınızı açıklamaz. Tıpkı kendini tekrar üreten molekülleri (canlılığı) açıklamadığı gibi.’
Neden açıklayamasın ki? Burada yazarın ne demek istediğini anlayamadım. Aslında tam da ‘Doğa Ana’ bu şekilde işler! Karıncaların davranış modelleri ve insanın davranış modelleri arasında hiçbir fark yok, aynı ‘kod’ geçerli bence
Yoruldum ama devam edeceğim, bir yerde de böyle yazmış:
‘Evrim teorisi de bir biyoloji teorisi ve kültürel fenomenlere uygulanamaz. Biyolojik yapı ve süreçlerin evrimi, ancak kültürel fenomenlerin tarihi vardır. Sosyal olguları tarih dışı kılıp “evrimsel psikoloji” diye hiçbir tarihsel koşul ve kültürel çeşitliliği açıklamadan basiretsiz bir yapısalcılık mı yapacağız! Geçen yüzyıl boyunca da çift beynin dedikodusu böyle yapılmıştı. Sol beyin analitik, sağ beyin duygusal. Hatta sol beyin eril, sağ beyin dişidir. Yok Batılıların sol beyni iyi, yok Doğuluların sol beyni kötü. Bugün aklı başında görünen kimse bu saçmalıkları açıkça savunmuyor artık ya da büyük ihtimalle gözden düştükleri için pek kimse hatırlamıyor olabilir. Çünkü bu çıkarım, çok zayıf bulgular üzerinden gayet arkaik faşizan bir ezberin bilim kisvesi altında tekrar gündem edilmesinden başka bir şey değildi. Fakat bugün kimse birçok türün beyninin yarık, yani ikiye ayrılmış olduğunu inkâr da etmiyor. Tırnak içinde “iki beynimiz” var ama buradan şu beyin matematik, şu beyin şiir beyni filan demek abes. Bugün de ayna nöronları aynı şekilde anlam manyağı yapmaya çalışıyorlar.’
Bir sosyal bilimcinin düşüncesini bu kadar keskin ve sorgulanamaz bir şekilde ifade etmesi bana göre yazarın talihsizliğidir. Başka da bir şey diyemeyeceğim