16 Temmuz 2012 Pazartesi

BİR MİSAFİRLİĞE GİTSEM..


Eskiden, henüz çocukken, başka şehirlere gittiğimizde hiç otelde kalmazdık; tanıdık, akraba, veya hiç kimse yoksa bir tanıdığın akrabasında yatılı misafirliğe kalınırdı. Otelde kalmak tümüyle konu dışıydı, daha çok yabancılara özgü bir davranış stili sayılırdı.
Günümüzde ise, herhangi bir şehirde tanıdıkları olsun ya da olmasın, insanlar artık otelde kalmayı daha yeğ tutuyorlar. Seküler düzende bireyin istek ve arzuları toplum yaşamının önünde tutulmaya başladığından beri, başka şehirlerde otellerde kalmak bir bakıma özerklik ve ayrıcalık sayılıyor. İnsan ilişkilerinin giderek azalması, ekonomik güçlükler ve seyrekleşen ev ziyaretleri de bu durumu destekliyor ne yazık ki..
Oysa en güzel otelin bile, ilk andaki pırıltılı görünümünden sonra giderek insanın içine işleyen bir yapaylık ve zorlama rahatlık barındırdığı fark edilir. En rahat, en lüks odalarda bile insanı bir süre sonra rahatsız eden bir aidiyetsizlik ve yavanlık duygusu hakimdir. Dahası, büyük salonlarda, uçsuz bucaksız gibi görünen dizili masalar ve her türlü yemek ve içeceğin zevksizce birada sunulması -adına açıkbüfe denen karmaşa!- tabak çatal seslerinin ve kalabalık insan güruhunun çıkardığı sesler, yemek yeme eylemini de zevksiz ve alelacele yapılan sıradan bir eyleme dönüştürür.
Oysa, tanıdık bir evde, ev sahibiyle oradan buradan sohbet ederek yenen mütevazi bir yemek, güleryüzlü sohbetle süslenen bir çay saati ve dar ya da rahatsız bile olsa özenilerek, sizin için yapılmış olduğunu bildiğiniz tertemiz bir yatakta yatmak gibisi yoktur..
Geçenlerde okuduğum bir kitap, bu konu üzerine daha derin düşünmemi sağladı: Büyük yazar Goethe, ‘Yaşamımdan Şiir ve Hakikat’ adlı kalın mı kalın romanında, çok değer verdiği babasının otellerden nasıl da ‘nefret ettiğini’ şöyle anlatıyor: ‘Babam nadiren metafor kullanan biriydi, bunu da çok neşeli ise yapardı, zaman zaman tekrarladığı şey şuydu: Her otelin kapısında büyük bir örümcek ağının gerili olduğunu görür gibi olurmuş, bu ağ büyük ustalıkla örülmüş olduğundan böcekler içeri girebilir, fakat en ayrıcalıklı yaban arıları bile zarar görmeden dışarıya çıkamazlarmış. İnsanın alışkanlıkları veya yaşamında hoşa giden şeylerin hepsinden vazgeçip, otel sahibinin veya garsonun keyfine göre yaşaması yetmezmiş gibi, bir de üstüne para vermek zorunda kalmak ona korkunç gelirdi. O eski zamanların konukseverliğini beğenir, eve gelenlere konuksever bir tavır sergilerdi..’. Bunun üzerine babasından çok etkilenmiş olan genç Goethe, başka kentlere gittiğinde otelde kalmak yerine muhakkak çeşitli evlerde konuk olarak kalmayı seçer. Gittiği evlerdeki insanlarla yeni tanışıyor olsa da, yoksul olsalar ve konfor yetersiz olsa da, konuk olmaktan büyük keyif duyar.
Ne zaman görünüşte aşırı lüks, ama kabalığı ve zevksizliği içinde gizlice barındıran büyük bir otele gitsem, hep o şiirdeki gibi bir misafirliği düşlüyorum:
Bir misafirliğe gitsem,
Bana temiz bir yatak yapsalar;
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...
Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam...
Melih Cevdet ANDAY

2 yorum:

  1. Fundacım ne güzeldi, misafirlik günleri... Hatırlıyormusun Ordu^yu...Fındıkzade'yi...Kumburgaz'ı...ne çok eğlenirdik.

    YanıtlaSil
  2. Hatırlamaz mıyım Lale Ablacım, ne güzel günlerdi..Misafirliğin en güzel zamanlarıydı onlar..Çok özlüyorum o günleri..

    YanıtlaSil