7 Ocak 2010 Perşembe

SCHOPENHAUER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

İzmir, Karşıyaka’da oturuyor ve karşı tarafta çalışıyorsanız, her gün araba vapurunda martılara göz kırparak, bir elinizde çay ve simit, bir elinizde kitabınız, günün ilk ışıkları ve son ışıkları ile yolculuk yaparsınız, bu zaman dilimleri kendinize ayırdığınız keyifli dakikalardır da aynı zamanda...
Böyle güzel günlerden birinde, elimde çayım ve Schopenhauer kitabım, aynı hastanede çalıştığım arkadaşım, Erdem ile karşılaştık. Ve iki Schopenhauer düşkünü insan karşılaştığında kaçınılmaz olan süreci tahmin edersiniz sanırım. Yarım saatlik yolculuk süresince, Schopenhauer felsefesi üzerine yaptığımız keyifli sohbetin devamını yazarak getirmeye karar verdik, umarım sizin de hoşunuza gider..
F.A - Bu kitapta en çok ilgimi çeken tümce şu oldu:
‘Hayatın birinci yarısı, mutluluğa duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık..’ (Aşkın Metafiziği)
Schopenhauer’ın hayata bakışını özetleyen bu tümceler, aslında onun mutsuz geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin izleri. Mutsuz bir ailede büyümesi, annesi ve babası arasında yaşanan anlayış eksikliği, bu büyük filozofun yaşamla ilgili gerçekleri kavrayışında ve gelecek nesillere iletişinde büyük rol oynamış.
E.Ö - İstersen önce kısaca bir hayat hikayesini konuşalım:
22 Şubat 1788’de Danzig'de doğdu. Babası yetenekli bir tüccar olan, Heinrich Floris, annesi ise özgürlüğüne düşkün genç bir kadın olan, Johanna idi. Schopenhauer ailesi bir çocuğun düşlediği ideal aileden çok uzaktı, Heinrich fazlasıyla kıskanç, Johanna ise fazlasıyla bencil ve özgürlüğüne düşkündü.
F. A- Schopenhauer, zengin bir tüccar olan babasına her zaman hayrandı. Güçlü karakterinin ondan geldiğine inanıyordu. Kadınları her fırsatta aşağılamasına karşın, zekasını annesinden aldığını söylemesi ilginçti. Büyük umutlarla bastırdığı ilk kitabıyla alay eden ve kendisi de bir feminist yazar olan annesine verdiği yanıt oldukça sert olmuştu:
‘Senin ıvır zıvırların unutulup gittiğinde benim yapıtlarım hala satılıyor olacak’.
E.Ö - Evet, evet Schopenhauer, annesine karşı olumsuz hislerle dolu bir biçimde yetişecek ve ilerde kadınlar üzerine kuracağı olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelinde hoşlanmadığı annesi olacaktı.
F. A - Schopenhauer, hayatla ilgili görüşlerinin önemli ölçüde şekilleneceği, büyük Avrupa gezisine, on beş yaşlarında iken çıkmış..
E. Ö - Aslında, geziye çıkış nedeni babasıydı; Heinrich Schopenhauer'un en büyük arzusu, oğlu Arthur'un kendisi gibi büyük bir tüccar olmasıydı.
F. A - İki yıllık bu gezi ve gezdiği yerlere ait eserleri kendi dillerinde okuyup, hazmettikten sonra, ‘bu dünyanın her şeyiyle iyi olan bir varlığın değil, çektikleri ıstırabı seyredip zevk almak için yaratıklar var eden bir iblisin eseri olabileceği’ sonucuna varmıştı.
E. Ö - Evet, bu dönem; babası Heinrich Hamburg'daki depolarının üst katındaki pencereden Hamburg Kanalı'na atlayarak intihar etmesine denk gelir. Arthur, duygusal anlamda çökmüştü, babasının ölümünün ardından tüccar çıraklığına bir süre daha devam etti. Schopenhauer derin bir depresif hâl içinde babasının yasını tutarken, annesi Johanna ise, bir kaç aylık yasdan sonra aile işlerini tasfiye ederek, Hamburg'dan Weimar'a taşınır. Weimar'da kurduğu salon, kısa zamanda ünlenir ve dönemin bir çok önemli sanatçısıyla arkadaş olur. Zamanla tanınmış bir yazar olur, bir çok roman, makale ve biyografi yazar. Yazdığı romanlar genellikle feministik temalar içerir. Çoğu zaman konu, istemediği bir evlilik yapmaya zorlanmış ama özgürlüklerinden hâlâ vazgeçmemiş bu yüzden de çocuk yapmayı reddeden kadınlardı.
Bu dönemlerde annesi ile ciddi kavgalar etmiş ve sonrasında da onunla görüşmeyi tamamen kesmiştir.
İnsansevmezliği de biline bir özelliği idi. İnsanlara "iki ayaklı hayvanlar" diye hitap etmesi, onun insansevmezliğini kanıtlıyor bence..
F. A - Hatta öyle ki, en iyi otellerde yalnız başına ya da köpeği ile yediği yemeklerde, köpeğini karşısına oturtur ve ona ‘efendim’ diye hitap edermiş. Eğer köpekçik uygunsuz bir şekilde havlar ya da yanlış bir hareket yaparsa onu ‘Seni gidi İNSAN!’ diye paylarmış!
E. Ö – Aslında o, insansevmezliği ve kişinin kendisini insanlardan izole etmesini, eksiklikten öte bir erdem olarak görmekteydi. Zaten Schopenhauer'e göre, erdemli ve olgun bir insan başkalarından hiçbir şey istemeyecek kadar tamam, kendi kendine yeterdir, bu yüzden de insanlarla birlikte olmaya veya onlarla çeşitli ilişkiler kurmaya gerek görmez.
F. A. - Şunları da eklemeden geçemeyeceğim: Kendisinde fazlasıyla bulunduğuna inandığı (pek haksız da sayılmaz hani!) akıl ve zekanın, diğer insanlar arasında nefret ve öfke uyandırdığına o kadar emindi ki, akıllı ve zeki insanların bu yüzden yalnız kalmaları gerektiğini iddia ediyordu. Bu tezini de şu mantık dizgesiyle kanıtlamaya çalışıyordu büyük filozof:
‘Birisi, konuştuğu bir kimsede büyük zihinsel üstünlük ayrımsar ve duyumsarsa, sessizce ve açıkça bilincinde olmadan, ötekinin de aynı ölçüde kendisinin aşağılık ve sınırlı olduğunu ayrımsadığı sonucuna varır. Bu örtük tasım, onun en keskin nefretini, öfkesini ve hiddetini uyandırır’ (Aforizmalar).
Yine bu yüzden, Alman yazar, Goethe dışında hiç dostu olmadı. Biraz önce senin de değindiğin üzere: zaten dostluk ve arkadaşlık, ona göre, zihinsel ya da bedensel olarak eksik ve yetersiz insanların işiydi.
Aforizmalar’ın bir yerinde, arkadaşlık için şöyle diyor:
‘İnsanların arkadaş canlılığına, insanların çok soğuk havada birbirlerine sokularak oluşturdukları bedensel sıcaklığa benzer bir biçimde, zihinsel sıcaklık oluşturmaları gözüyle de bakılabilir. Ancak, kendi sıcaklığı çok olan biri böyle bir gruplaşmayı gereksinmez’.
E. Ö - Yaşamında toplumun kuralları ve insanlarla pek iyi geçinememiş biri olarak insanlara olan hoşgörüsüzlüğünü şu sözlerle aktarır Schopenhauer; “Bir insanın karakterinin kötü yanlarını unutmak, zor kazanılmış bir parayı sokağa atmak gibidir. Kendimizi aptalca tanıdıklardan ve aptalca arkadaşlıklardan korumalıyız”.
Arkadaşlık ilişkisini farklı bir biçimde sorgulamış olan filozof, genellikle yalnız yaşamasına ve pek arkadaşı olmamasına çeşitli nedenler ileri sürmüştür. Arkadaşlığın, aslında gerçek bir paylaşımdan öte, yanındakinin kendinden kötü olduğunda bundan gizli bir haz alınması nedeniyle dürüst olmadığını ima eden görüşünü; “İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın, başımıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığımızı açıklamaktan başka yolları da vardır” şeklinde belirtmiştir.
F. A - Aforizmalar’da keskin bir dille şöyle diyor bu konuda Schopenhauer: ‘Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir’.
E. Ö - Arkadaşlarımız ile iç içe yaşamı götürenler olarak, insan bu cümleler karşısında kendini yetersiz hissediyor. Kimbilir belki de bu bakış açısı, (saptamalarının çok yerinde olduğu gerçeğini de fark ederek) bir filozofun iletişim kurma becerisiyle ilgili bir sonuçtur diyerek bir nefes alalım biraz.
F. A - Ben de kısa bir cümle ile biraz daha nefessiz bırakabilir miyim? Schopenhauer, Aristo’nun ‘Dostlarım, dünyada hiç dost yoktur’ sözlerini, yakın dostu olan ve daha sonraları kendisini, fikirlerini yayması için kullandığını fark edip, ilişkisini kestiği Goethe’nin deyişiyle onaylamıştır:
‘Düşmanlarından ne yakınırsın?
Senin olduğun gibi oluşunu
Sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören
Dostların gibi mi olsalardı?’...
E. Ö - Çağdaşı filozoflardan Goethe dışında kimseyle dostluk yapmadı. Şu sözlerine ne dersin? Sanırım bu düşüncesi daha da netleştirecek: “Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine katlanabiliyorum ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi ürpermeme neden oluyor”.
F. A – Aslında Schopenhauer, yaradılıştan kötümser biriydi. Bu dünyada geçirilen zamanın, bir can sıkıntısı silsilesinden oluştuğuna inanıyordu. Öyle ki, ona göre insan can sıkıntısından kurtulmak için çeşitli meşgaleler icat etmişti: tüm uğraşlar, iş, aile, toplum kuralları, eğlence, sanat vs. Yaşamın anlamsızlığı, boşunalığı, insan varoluşunun acılı yanı, sürekli olarak yazılarına konu oluyordu.
Mutluluktan payını alamamış bir insan olarak, filozoflardan her zaman beklenilen mutluluk tarifini ise, Aforizmalar adlı eserinde, Schopenhauer şöyle tanımlıyordu:
‘Eksiksiz bir sağlıktan ve kusursuz bir bedenden kaynaklanan sakin ve neşeli bir mizaç; duru, canlı, nüfuz edici ve doğru kavrayan bir zeka; ılımlı, yumuşak bir istenç ve bunlara uygun olarak, iyi bir vicdan: bunlar, yerini hiçbir rütbenin ya da zenginliğin dolduramayacağı üstünlüklerdir’.
E. Ö - Burada bir açılım yapmak isterim: Schopenhauer eserlerinde Platon, Kant ve doğu felsefesini kendine özgü biçimde karşılaştırmış ve kendi tarzını yaratmıştır. Kendi döneminin ünlü filozofu, Hegel’in tersine yaşamın eğlenceli değil de acılarla dolu bir yolculuk olduğuna inanıyordu. Ölümü ise, bir bakıma bu sıkıntıların son bulması gibi tanımlıyordu. Ona göre yaşam basit bir döngüden ibaretti; “İnsan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu döngü belki bütün canlı türleri için geçerlidir ama insanlar için daha da kötüdür. Çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır”.
İnsanın kendini avutmak için kurduğu yapay döngüden, istençler (arzular) yumağından bir an sıyrıldığında karşılaştığı “can sıkıntısını” ise bakın nasıl yorumlamış; “Can sıkıntısı, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin-önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yokolmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz- kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çekicilerin olmadığı bir durumdur.”
Schopenhauer’a göre gençlikteki neşeli, enerjik durumun sebebi ise sonrasını bilmemekten kaynaklanıyordu. Onun görüşünü aktaran şu sözleri ilginçtir; “Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.”
F. A - Schopenhauer, kelimenin tam anlamıyla, paranoyak, cimri ve tensel zevk düşkünü biriydi. Annesinin her zaman eleştirdiği bencil ve kendini beğenmiş bir yönü de vardı. Pipolarının çalınmasından korktuğu için onları kilit altında tutar, yatağının başucuna dolu bir tabanca koyar ve berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmazdı.
Çektiği acılardan olsa gerek, Tanrı ile arası iyi değildi. Aşkın Metafiziği’nde, Tanrı’ya hitaben şöyle der:
‘Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"’.
Çok az kişiyle görüşür, pek çoğuna da oldukça kaba ve aşağılayan tarzda davranırdı. Nezaket göstermek, ona göre ‘oyuncak paralar kadar sahteydi’ (Aforizmalar).
Schopenhauer felsefesine göre, insanların hareketleri, üç temelden kaynaklanır. Bu temellere dayanmaksızın insanlar üzerinde etkili olabilecek bir güç düşünülemezdi. Bunların birincisi bencillik, ikincisi kötü ruhluluk, üçüncüsü de acımadır. İnsan davranışlarının hepsi, bu üç temelden birine ya da aynı zamanda ikisine bağlanabilir.
Schopenhauer'in "Arzu ve Hayal Olarak Dünya" adli temel eseri, "Dünya, benim hayalimdir" cümlesiyle başlar. Bununla insanların hayal ettikleri nesnelerin somut gerçekler olduğu kastedilmez. Schopenhauer, daha çok tüm gerçeğin insanların hayal ettikleri gerçekler biçiminde varolduklarını söylemek istemistir; nesneler hayal edilmektedir. Eger filozof bu düsüncelerini devam ettirmeseydi, buna idealizm diyebilirdik. Ve dünya, insan hayalindeki bir görüngü, bir rüyadan başka bir şey olmazdı. Kendisi, görüngü kavrami üstünde düşünmeye devam edip, görüngünün arkasında görünen bir şeyin olması gerektiği kanaatine vardi. Vücut hareketlerinin, isteklerin harekete geçmesinden, vücudun biçim ve organlarının da insan arzusunun ifade tarzından ortaya çıktıgını belirtir bu eserinde. İnsan vücudunun bir istek olduğunu düşünüyordu. İstek ise insanın en içsel varlığıydı. İstek ayni zamanda doğadaki varlıkları çeken ve iten, harekete geçiren, nesneleri ayırıp birleştiren, cezbeden bir güçtü. Her yerde bir isteğin gücü egemendi. Dünya, kendi haliyle ve iç yapısı itibariyle bir istekti. O, ortaya çıkan, somutlaşan bir istek olarak vardı. Hain olan kendi bilincimizdi.
Doğa, isteğin yaşamdaki görünümüydü ve isteğin nesnellestirilmesinin sıralanısını oluşturuyordu: Düşme isteği olan taştan, düşünme isteği olan beyne kadar. İstek en alt basamakta "mekanik, kimyasal, ve fiziksel neden" olarak, bitkide "cazibe", hayvanda "görünür motif", insanda "soyut, düşünülen motif" biçiminde ortaya çıkıyordu.
Schopenhauer, felsefesini tek bir cümlede özetliyordu: "Dünya, isteğin kendisini tanımasıdır."
‘İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir’.

E. Ö - Belki de Adli Psikiyatri alanında çalışmam ve ölümle çok yüzyüze geliyor olmam nedeniyle, yaşamı olduğu kadar ölümü kabullenişi ve diğer insanlara göre oldukça farklı bakışı beni en çok etkileyen tarafı oldu.
Schopenhauer’a göre; “Ölüm kaygısı kendini gerçekleştirmenin en çok olduğu yerde en az bulunur”. diyerek ölüm korkusunu azaltmak için hayatı verimli, tatmin edici biçimde yaşamanın önemini vurgulamış. Yaşam yolculuğu sırasındaki ciddi olayların da aslında çok önemli olmadığını tüm yapılanların nihai hedefin yanında çok hafif kaldığını bir gemi yolculuğu örneğiyle çarpıcı biçimde aktarır:
“Biz kayalardan ve girdaplardan kaçmak için gemimizi enerjik bir şekilde kullanan denizcileriz. Bu süre zarfında korkunç gemi kazasına gittiğimizin farkında değiliz”.
Zorluklarla dolu hayatın sonuna gelindiğinde ise yaşamın anlamını çözmüş bilge insanların, görevlerini tamamlanın verdiği duyguyu hissedeceklerini şu sözlerle özetler; “Hayatının son dönemindeki hiçbir insan aklı yerindeyse her şeyi yeniden yaşamak istemez”.
Son olarak, ölüme farklı bakışını ve ölümü övücü duruşunu özetleyen şu sözleri bu ilginç filozofa daha yakından bakmamıza yardımcı olacak;. “Hiçbir şey onu telaşlandırıp heyecanlandıramaz artık. Bizi dünyaya bağlayan ve bizi sürekli acı içinde ileri geri sürükleyen binlerce istenç bağı: o hepsini kesip paramparça etti. Gülümseyerek geriye, şu anda oyunun sonuna gelmiş bir satranç oyuncusu gibi kayıtsızca önünde duran bu dünyanın düşsel görüntüler geçidine bakıyor”.
Günümüz düşünce ve bilim dünyasının kökeninde yatan birçok görüşün temellerini atan ve Nietzsche’nin, Wagner’in Freud’un ve birçok filozofun öğretilerinden yararlandığı büyük düşünür, Schopenhauer’un farklı bakış açısını ve yaşam öyküsünü özet olarak aktarmaya çalıştık. Onun çarpıcı ve sıra dışı görüşlerini kuşkusuz herkes baktığı açıya göre yorumlamakta özgürdür. Görüşlerini paylaşmayanlar için de hazırladığı bir sözü var: ‘Ben çalışmalarımı kalabalıklar için yazmadım. Çalışmalarımı zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak düşünen bireylere miras bırakıyorum’. Gördüğünüz gibi bu büyük düşünürden etkilenmemek mümkün değil, yorumlarına katılmasanız bile…

1 yorum:

  1. çok hoş bir sohbet.. schopenhauer'ın pek çok kitabını okumuş biri olarak sanki ben de oradaymışım ve kafa sallıyormuşum, çok nadir de olsa karşılaştığım schopenhauer okuyan arkadaşlarımla ve bu sohbetten büyük bir keyif alıyormuşum gibi hissetim...

    YanıtlaSil