2 Şubat 2016 Salı

BİLİMİN FELSEFEYLE İMTİHANI


Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında yayınlanan ‘Astrolojinin Bilimle İmtihanı’ (Tevfik Uyar) adlı kitabi hemen alıp ilk okuyanlardan oldum. ‘Yıldızlar Size Ne Söylemiyor?’ alt başlıklı kitabın bir eleştiri kitabı olduğundan hiç şüphem yoktu. Rasyonel düşünmede her şeyin mümkün olabileceğine dair sarsılmaz bir inancım olduğundan, oldukça bilimsel yazılmış bu kitabı büyük hevesle bir çırpıda bitiriverdim. Kitapta sadece astrolojiye değil, ‘sözde-bilim’ olarak nitelendirilen homeopati, akupunktur vs gibi pek çok akıma da ağır eleştiriler yöneltiliyordu. Bilimi baz alan düşünceye ve yazılara hep saygı duymuşumdur, bu kez de öyle oldu. Astroloji gibi bir tahmin sisteminin %100 geçerli olamayacağını ve bilimsel temelinin olmadığını zaten biliyordum. Ancak kitabın tümüyle karşıt bakış açısından yazılmış olduğunu, tarafsızlık ilkesini gözetmiyor oluşunu da oldukça kaba buldum. Kendisini ‘bir bilim insanı’ olarak nitelendiren yazarın son sözü ise bana ilham kaynağı oldu: ‘..Bir eksik varsa bu noktayı fark etmeyi ve kitabın sonraki baskısında bunu düzeltme imkanına sahip olmayı çok isterim’. Artık yirmi küsur senedir bilimin içinde olan ve bir ‘bilim insanı’ olduğunu iddia edebilecek çalışmalara imza atmış olan naçizane ben’in de bu konuda söyleyecek birkaç sözü vardı elbet..
1990’lardı, Ege Üniversitesi’nde Prof Doğan Özlem’in ‘Bilim ve Felsefe’ adlı bir konferansına katılmıştım, orada ilk kez duyduğum bir kavram çok ilgimi çekti ve sonradan yaşamda oluşturacağım pek çok fikrin de nüvesini oluşturan öğelerden biri oldu. Bu kavram ‘Nominalizm’ ya da nam-ı diğer ‘Adçılık’tı. Felsefenin ‘F’sinden anlamayan benim gibi bir tıpçı için yeni ve oldukça şaşırtıcı bir deneyim olacaktı..
Nominalizm (Adçılık), genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğretiye verilen isim. Nominalizme göre genel kavramlar, bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur. Nominalizme göre hiçbir şey objektif olamaz.
Prof. Doğan Özlem kendisini ‘nominalist’ olarak tanımlıyordu. O’na göre, XVI. Yüzyıldan bu yana bilimin şöyle bir tanımı vardır: Bilim olgu ve olaylardan belirli yöntemlerle yasalara ve teorilere ulaşmaya, denetlenebilir bilgi üretmeye çalışan, açıklamacı bilgi faaliyetidir. Bilim yapmanın koşullarından biri de ‘değer yargılarından arınmış olmaktır’. Yani insani eğilimler, istek ve çıkarlar bilimsel faaliyete taşınamaz. Yani bilimi bilim olmayandan ayıran şey şudur: Bilimsel bilgi, denetlenebilir bilgidir.
Ancak ilginçtir ki, XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren bu bilim anlayışına karşı eleştiriler ve muhalefetler, hatta akımlar ortaya çıkmaya başlamış. Tüm bu karşıt akımların iki yönden eleştiri yaptığını görüyoruz: Birincisi bilimin bizzat yapısını ve yöntemini eleştiren, daha çok epistemolojik bir eleştiri, ikincisi ise, bilimi tarihin ve toplumun içerisinde, bizzat bilimin kendisini tarihsel ve toplumsal bir ürün olarak değerlendirenlerin getirmiş olduğu eleştiriler. Deniyor ki, bilimi bilim olmayandan yöntemi ayıramaz. Çünkü onlara göre, bilimsel bilgi hiçbir şekilde tam doğrulanabilir bilgi olamaz. Oysa biz biliyoruz ki, bilimi bilim yapan şey, her zaman onun yöntemi olarak kabul edile gelmiştir. Bilimi bilim kılan en önemli ölçütlerden biri ‘doğrulama ölçütü’dür. Yani bilimsel bilgi kanıtlanabilir bilgidir derken, aslında kast edilen onun doğrulanabilir bir bilgi olmasıdır. Bunu Doğan Özlem hoca, 1990’larda verdiği bir konferansta bize şöyle açıklamıştı: Bir taşı havaya attığımızda yere düşer. Bunu bilimsel bir bilgiye ya da doğrulamaya dönüştürmek için taşı birçok kez havaya atar ve düştüğünü görürüz. Ve bu bilgiyi kanıtlanmış sayarız; oysa eğer 1000 kez atıp bu bilgiyi doğruluyorsak, 1001. Kez havaya attığımızda ne olacağı hakkında da kesin bilgimiz olduğu yanılgısına kapılmışız demektir. Oysa kesin olarak bilebilmek için o eylemi gerçekleştirmiş olmamız şarttır. Dolayısıyla diyordu Doğan Özlem, bilimsel bilgi ne tam olarak doğrulanabilir, ne de tam olarak yanlışlanabilir olan bir bilgidir. Yani bilimsel yöntemin kendisi bir eleştiri konusu olmaya başlamıştır artık..
Diğer bir eleştiri ise şuydu: Bilim hiç de sanıldığı gibi olguya tam olarak denk gelen bir bilgi üretemez. Yani olguyu bize aynen veren, yansıtan bir bilimsel bilgiden söz edilemez. Çünkü gözlemler nötr olamaz. Gözlem yapan bir bilim insanı, nesnesi karşısında nötr bir varlık değildir. Gözlemlerin nötr olabileceği asosyal bir durum mevcut olamadığından (çünkü en nihayetinde bilim insanı da duyguları olan ve kısıtlı duyuları ölçüsünde algılayabilen bir varlıktır) bilim insanın da nesneler karşısında nötr olduğu da fiilen söylenemez. Örneğin Eskimoların beyaz algısının ekvator ya da ılıman kuşakta yaşayanların beyaz algısından farklı olması gibi. İklim, algılarımızı etkileyen bir faktör olarak burada karşımıza çıkıyor. O zaman ‘beyaz hangi beyaz; Eskimoların beyazı mı, benim algıladığım beyaz mı?’ sorusu ortaya çıkar.
Burada Alman Thomas Kuhn tarafından altmışlı yıllarda öne sürülmüş bir iddiadan bahsetmek gerekir. Kuhn, ‘normal bilim’ ve ‘bilimsel devrim’ kavramlarını bilim felsefesine kazandırmış bir isim. Ve ona göre normal bilim yeni görüşlerce sarsıldığında bilimsel devrim ortaya çıkar, bilimsel devrimler yaygınlaştıkça normal bilim haline dönüşür, bu iş böyle devam edip gider. Bu durumda evrensel bir bilim ölçütü de olamaz der Kuhn. Ona göre bilimi bilim kılan, yani bilimde hangi model ve koşulların geçerli olacağına karar veren bir grup var ve onlara ‘Epistemik Cemaat’ adını verir. Amerikalı filozof Feyerabend’in ise ‘Bilim Kilisesi’ adını verdiği daha acımasız bir terimi var. O’na göre bilim insanları, tıpkı bir dine mensup gibi kendi aralarında belirli konularda açık ya da gizli bir mutabakat içerisinde bulunuyorlar. Buradan bir bilim kilisesi oluşuyor ve bu kilisenin vaat ettiği, dayattığı kurallara karşı çıkarsanız aforoza uğrayabilirsiniz.
Sonuç olarak Doğan Özlem’e ya da nominalist anlayışa göre:
1. Bilimsel bilgi kesin ve hele nesnel olamaz. Yapı ve yöntemi dolayısıyla tarihsel, toplumsal bir kültür ortamının ürünü olması dolayısıyla bu mümkün değildir.
2. Bilimsel faaliyet artışı, bilimsel bilgi artışı ve bilimde ilerleme anlamına gelmez. Artan sadece sosyokültürel uzlaşımların izinde geliştirilmiş olan hipotezlerden ve teorilerden ibarettir.
3. Tarihten bağımsız bir bilgi ve bilim faaliyeti söz konusu değildir.
Prof. Doğan Özlem bazılarının ‘Eyvah! Bilim elden gidiyor mu?’ diyeceklerini öngörüyor. Ancak bilimin yerinde durduğunu, ve fakat bilim üzerinde yeniden irdeleme yapmamız gerektiğini, bu evrenselci bilim anlayışının eleştirilmesinin ve bilimin tarih ve toplum bağlamının içinde kendi gerçek yerine oturtulması gerektiğinin de altını özenle çiziyor.




2 yorum:

  1. Bazı noktalarda ayni fikirdeyim.Biriktirdiğim gözlemlediğim bilgilerin bu zamana kadar bana verdiği özet:kainaatda herseyin bilimsel acıklaması var.Dünya üzerinde fark edileni deneysel bilimle uğrasanlar acıklamaya calıstılar.Paranormal bazı olaylar vardı, atom altı parcacıkların kesfiyle bunlara da mantık getirildi.İnsanların fark ettiğı bilimsellikler, bir bilim okyanusunda bir damla bile degildir.Evrim gecirdikce insanlar tüm kainaatla birlikte cok bilgiye ulasacaktır.Deneysel bilim henüz çok genc, 200 yıllık tarihi var, oysa felsefe insanoğlunun varlığıyla ortaya cıkmıstır, cok yaslıdır deneysel bilme göre:)) Zeki bir enerjinin maddelestiği, maddenin tekrar enerjiye dönüstügü,henüz açıklayamadığımız bu devri daimde, yokluğun olnadığının farkındayım.Sadece boyut ve şekil değişikliği var.

    YanıtlaSil
  2. Bilimin 150 yıllık saltanatı, son 50 yıldır aldığı eleştirilerle biraz sarsılmış görünüyor. Tabii bilimin herşeyi açıklama gayretine saygı duyuyoruz ve destekliyoruz. Ancak bilim hegemonyası yaratıp, 3-4 bin yıllık kadim bilgileri çöpe atmaya çalışmak yerine şüphe etmenin getireceği motivasyonla olabilirliği/olanaksızlığı üzerine inceleme yapmak daha saygın ve bilime uygun olacaktır diye düşünüyorum. Yorumunuz için teşekkür ediyorum..

    YanıtlaSil