7 Ocak 2010 Perşembe

DOSTOYEVSKİ, KLASİKLER VE OKUMA ÜZERİNE

14 yaşında bir ortaokul öğrencisi iken başladı Dostoyevski ile tanışıklığımız. O günlerde öğretmen olan anne ve babamdan sürekli yeni kitap istemek bana ayıp geldiğinden ve ne iyi ki, Hoca Mithat Kütüphanesi’ne üye olmuştum. Kütüphane görevlisi olan ve diğer üyelere kuş uçurtmayan neşeli ve aydınlık yüzlü bayan görevli, yüzümdeki şimdilerde o zamanlar var olduğunu tahmin ettiğim müthiş okuma açlığı fışkıran bakışlarımı gördüğünde aynı anda iki-üç -bazen dört!- kitabı birden yasak olduğu halde almama izin verirdi.
Kütüphanenin eski rutubetli ve kitap kokusuyla dolu havası, hafif loş ortamı ve sükuneti, bana hayattaki en gerçek mutluluğun kitap okumak olduğunu düşündürürdü her zaman. Tavan yüksekliğinde, koyu kahverengi ve eski-yeni birçok kitapla dolu rafların arasında, oradaki kitap sayısını hesaplamaya ve okumamın ne kadar zaman alacağını tahmin etmeye çalışırdım. Sonunda da bırakalım dünyadaki, bizim eski Hoca Mithat’taki kitapların tamamını bile okumaya ömrümün yetmeyeceğini fark ederek boynum bükük ayrılırdım oradan. Descartes’ın ‘Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir’ sözünün doğrulamasıydı sanki bu düşünceler..
Klasiklere bayılırdım. Özellikle de Rus klasiklerine..Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Şolohov ve tabii ki, büyük Dostoyevski! Diğerleri de her ne kadar Rus toplumunun yapısını, kazakları vs çok iyi anlatsalar da Dostoyevski başkaydı. Her kitabıyla yepyeni bir dünyaya adım atar, farklı düşüncelerin bir yukarı bir aşağı dansıyla dimağım sarhoşa dönerdi.
Suç ve Ceza’yı okur okumaz bunu yazanın kim olduğunu merak ettim; belki de hala yaşıyordu? Ah, hayır, artık değil..1800’lerde yaşamış ve oldukça berbat bir hayat sürmüştü. Evdeki ansiklopediden hayatını okudum ve sonra böyle bir hayatı yaşamış birinin ancak büyük bir romancı olabileceğini düşündüm şaşkınlık içinde..Yani kaç kişi önce idama mahkum olup da tam infazın gerçekleşeceği sırada affedilip tekrar hayata dönmüştür ki? Ve sonra bitmek tükenmek bilmeyen sara nöbetleri ve tabii ki önlenemez kumar tutkusu..
Dostoyevski’nin romanları insanı anlatır ama 7 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğunun, üstelik de sürekli eve kapanık bir çocukluk geçiren birinin, nasıl olup da insan ruhunun en derin köşelerine bakabildiğini hep merak etmişimdir. Bu çok okuyarak edinilecek bir marifet midir, yoksa Tanrı vergisi bir yetenek mi? Sanırım her ikisi de olmalı..Yazarlığa başlamadan önce Balzac’ın klasiklerini çevirerek para kazandığı da bilinir zaten. Romantik ama bir o kadar da gerçekçi Balzac’ı okuyup da yazarlığa özenmemek mümkün değil zaten. Dostoyevski de böyle düşünmüş olmalı
O’nun en sevdiğim sözü de bir kitabının girişinde okuduğum bir cümleydi. Sanırım şöyleydi: ‘Sevgili okuyucu, yazdıklarıma bakıp da beni aptal biri sanma sakın; ben yazdıklarımdan daha akıllı bir adamım..’. Büyük yazarların ve filozofların (buna Montaigne de dahil) yazdıkları sözleri küçümsemeleri bana hep garip gelmiştir. Belki de bu denli mükemmeliyetçi olmalarıdır onları bu kadar büyük yapan.
Dostoyevski’ye olan hayranlığımın ölçüsü şudur: Eğer yaşamış olsaydı sırf bir kere görüp konuşabilmek uğruna Petersburg’taki evinin kapısına gidip yatardım, çünkü bana göre, yaşayan hiçbir yazar, onun büyüklüğüne erişemedi bu güne kadar.
Stefan Zweig usta, onunla ilgili ve aynı sınıfa yerleştirdiği birkaç yazarı (Balzac ve Kafka da onlardan biridir Zweig’ın gözünde) ‘Romancı’ olarak nitelendirmiş. Yani salt ‘roman yazarı’ değildir onlar Zweig’a göre; bizlere hiç bilmediğimiz, görmediğimiz ama okuduktan sonra bir yerlerde mutlaka var olduklarına inandığımız dünyaların kapısını açan gerçek anlamda ‘romancı’dırlar.
Kafka’yı severim, Balzac’a bayılırım, ama ya Dostoyevski? O’nun için söyleyecek söz bulamıyorum. Belki de o hala yarattığı müthiş dünyalardan birinde oturmuş yeni romanını yazıyordur, kimbilir?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder