7 Ocak 2010 Perşembe

UYANIŞLAR

Irwin Yalom’un son kitabı olan ‘Ölümle yüzleşmek-Güneşe bakmak’’ı (Kabalcı Yayınları, 2008) okurken çok çeşitli duygulanımlar yaşadım. Usta yazar Yalom, kendi olası ölümünü dimağında analiz edip yoğururken, biz okurları da adeta kendi ölümlerimizle ‘yüzleşmeye’ davet ediyordu.
Henüz genç sayılabilecek bir yaşta olduğumdan, garip bir huzursuzluk hissiyle ve ölüm duygusuyla karşı karşıya gelmeye hazır hissetmeden okudum kitabı. Genel olarak, bir kitabı okuyup bitirdikten hemen sonra, kitaptan ne tip kazanımlarım olduğunu hep tartışırım kendimle. Ve mutlaka bir şeyler yakalarım, anlamlar dizelerin arkasına ne kadar saklansalar da.. Bu kitaptan da çok önemli bir kazanımım olduğunu geçen Cumartesi günü anladım…
Fikir kimden çıkmıştı hiç hatırlamıyorum; iki hafta önce, eski arkadaşlarımla bir gezi tertiplemeye karar verdik. Çeşme’ye gidip, eski günleri yadetmeye ve kumru yemeye tabii ki kimse hayır diyememişti. Sabah büyük bir sevinçle yataktan kalktım ve buluşma noktasına gittim, bir arkadaşımız hepimizi arabasıyla alacak ve yola koyulacaktık. Yolda nefis bir kahvaltı yaptık; mekan yol kenarında, çamların arasında idi ve bize hazırlanan, tamamen doğal ürünlerden üretilmiş bir sofraydı. Gülüp konuşuyorduk, ama gene de herkeste bir durgunluk seziyordum, ama bunun sabah mahmurluğu ile ilişkili olabileceğini düşünüp üzerinde durmadım.
Neşeliydim, eski günlerdeki gibi bir aradaydık işte! Esprileri salvolar halinde çevreme savuruyor, ama beklediğim kahkahaları kah alıyor, kah alamıyordum; kahkahalar sanki ‘pause’ tuşuna basılmış gibi birden kesiliyordu. Bir şeyler yolunda gitmiyordu ama ne?.. Çeşme’ye vardık. Güzelim Çeşme, cam gibi net görüntüsü, iyonların o müthiş sihirli karışımından oluşan havasıyla ciğerlerimizi doldurdu. Ne hoş bir karşılaşma! Hemen eski günlerdeki gibi, fotoğraflar çekmeye başladım, amacım bu güzel bir araya gelmeyi ve Çeşme’nin nefis görüntülerini aynı karelere yerleştirmekti, ama o da ne? Sanki ben hiç tanımadığım insanların fotoğraflarını çekiyordum, birden herkesin fotoğraf karelerinden kaçmaya çalıştığını fark ettim. Yüzler isteksizce kasılıyordu ben her deklanşöre bastığımda. Birden anladım, eski arkadaşlar bir aradaydık, ama kimse eskisi gibi değildi...
Herkes kendi dünyasında güvende ve mutluymuş gibi, sanki aramızda bilgisayar ekranının saydam ve ruhsuz camı varmış gibi ve sanki herkes başka yerdeymiş gibi...O zaman, ne kadar uzun bir süredir sadece telefon ve e-maillerle haberleştiğimizi düşündüm. Sanki hep birbirimizden haberdar, hep yan yana gibiydik, ama aslında değildik. Gitgide teknolojinin soğuk ve mekanik, camdan duvarları ruhlarımızı birbirinden uzaklaştırmış, ama biz fark etmemiştik…
Yalom’un da kitabında dediği gibi; bazı zamanlar vardır, bizi ‘uyandıran’, kendimize getiren, farkındalığımızı daha bir artıran…İşte bu yolculuk, onlardan biriydi. Ne kadar yalnızlaştığımızın ve birbirimizden uzaklaştığımızın kocaman bir fotoğrafıydı bu gezi…
Şu anda, bilgisayarımın başında bu yazıyı yazıyorum. Birazdan, sıra e-maillerime bakmaya gelecek, biraz ara verip dinlenmiş olacağım. Daha sonra yarım kalmış bir tabloyu Excel dosyasında hazırlayıp, ardından makale revizyonumu tamamlayacağım. Eğer şanslıysam, bu hafta arkadaşlarımdan ya da ailemden birileriyle bir yerlerde ya da evde oturup bir saat sohbet edebilirim, kendimle, onlarla, yada hayatın kendisiyle ilgili. Bir kahve içimlik zaman süresince…
Ya siz, siz en son sıcak kahvenizi, bir dostunuzla birlikte, ‘gerçek’ olaylar ve konulardan bahsederek, ne zaman içtiniz? Hatırlıyor musunuz?...
Uzm. Dr. Funda Aksu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder